Robert Walser Yardımcı romanında şöyle diyor: “Sanki güneşli havalar ve pazar günleri arasında çok eski çağlardan beri bir kardeşlik kurulmuş gibiydi ve huzurlu bir kahvaltının sıcak düşüncesi de evet, o da böyle güneşli ve pazarlara özgü bir kumaştan dokunmuştu…”
Pazar günleri uzun kahvaltılar, keyifli sohbetler, aile yürüyüşleri demek gibi geliyor hepimize. Peki bazen ne oluyor da işler tersine dönüyor ve pazar demek yalnızlıkla sıkıntının eş anlamlısı oluyor? Bu hafta tüm bu hisleri daha iyi anlamak için Melike Günyüz’ün kapısını çalıyoruz. Kendisi önce bize klasik pazar günlerini anlatacak: “Bütün aile hafta içi çok yoğun çalıştığı ve güne çok erken başladığı için pazar günleri ailemizin güzel bir kahvaltı sofrası etrafında toplandığı tek gün. Her hafta farklı bir şey hazırlamayı çok severim. Hafta içinde pek yemek yapmadığım için aslında bütün marifetimi pazar sabahlarına saklıyorum. Tabii ki yaz pazarları ile kış pazarları birbirinden çok farklı. Kış pazarları evde çekirdek aile ile güne başlıyoruz. Yazın ise kahvaltılarımız annemle babamın kır evinde kardeşler ve yeğenlerle büyük aile sofrasında yapılır. Aslında çocukluğumdan beri pazar kahvaltılarımızın bir rutini vardır. Annemin sofraya her hafta farklı bir ‘special’ hazırlaması ve ikram etmesini ben de sanırım kışın devam ettiriyorum.
Sonrasında eşimle birlikte bir yürüyüşe çıkarız. Genellikle büyüklerimizi ziyaret şeklinde olur. Onlara gidip kahve içeriz. Öğlenden sonraları kesinlikle evde geçer. Hafta arasındaki iş seyahatlerinin, toplantıların, koşturmaların yorgunluğunu ancak pazar öğleden sonralarında evdeki dinlenmeye üzerimizden atabiliyoruz. Akşam yemeği de genellikle mevsime göre özel bir yemekle geçer bizim evde.”
Günyüz’ün pazarları sıkıntı olmaktan kurtarmak için önerileri de var. Bize onları şu cümlelerle anlatıyor: “Çocukluğumda pazar günlerini hiç sevmezdim. Çünkü ailenin en büyük çocuğu olduğum için evde sürekli ilgilenmem gereken küçük kardeşlerim vardı. Sobalı bir evde. Sobanın üstüne asılmış çamaşırlardan sobaya su damlar. Sobanın üstünde çay kaynar. Babam radyodan maç dinler. Ben bu hengamenin içinde ders çalışmaya ve kitap okumaya çabalarım ama ağız tadı ile doya doya ne ders çalışabildiğimi ne de bir kitabımı baştan sona okuyabildiğimi hatırlamıyorum. Bu yüzden kış pazarlarını hiç sevmezdim. Yaz gelince de babam bizi pikniğe götürürdü. Bundan da hiç hoşlanmazdım. Çünkü sofra hazırlamak, toplamak, kardeşlerle ilgilenmek, sonra etraftaki insanların müzikleri sesleri çok rahatsız edici gelirdi. Şimdi orta yaşın sonlarında çocukların da artık büyüdüğü bu mevsimde pazar günlerini çok seviyorum. Evde sessiz, ister kitap oku, ister film izle, ister yemek yap, ister yazı yaz, ister ev işi yap. Kendimle ya da eşimle baş başa olmaktan çok mutlu oluyorum. Mümkünse pazar akşamları ne kimse gelsin ne de ben bir yere davet edileyim. Pazar öğleden sonraları ruhlarımızın dinlenme saati. Bazı pazar günleri de kendime müzik listeleri oluşturmayı seviyorum. Sevdiğim türlerden dinlemediğim şarkıları keşfetmek de ruhuma iyi geliyor.”
Yayıncılık alanına uzun yıllardır büyük emekler veren Günyüz’ün pazar günü hangi kitabı okuduğunu merak etmemek mümkün değil. Kendisine buna sorduğumuzda “Pazar günlerine ait özel bir türüm yok” diyor ve elinde okuduğu ne varsa ona devam ettiğini söylüyor. Ardından da şunları anlatıyor: “Şunu belirtmeliyim ki işle ya da akademik çalışma ile ilgili bir okuma yapmıyorsam eğer son zamanlarda öykü kitapları okumaya başladım. Eskiden roman okumayı çok severdim. Şimdi acaba dikkat sürelerimizin azalmasından mı bilmiyorum öykü okumayı seviyorum. Kısa ve çarpıcı metinler hoşuma gidiyor. Bir öyküyü iki çay arasında okuyabilmekten mutlu oluyorum. Çayım bittiğinden yeni bir bardak çay almak için kalktığında metnin yarım kalmamış olması da hoşuma gitmeye başladı. Bu esnada öykünün psikolojik atmosferini yaşamak ve üzerinde düşünmek için de bir zamanım oluyor.”