Jean Paul Sartre Bulantı’da şöyle diyor: “Yüzlerindeki kırışıklıkları, göz çukurlarındaki buruşuklukları, haftalık çalışmanın yorgun çizgilerini gidermek için tek bir gün vardı ellerinde. Tek bir gün. Dakikaların parmaklarının arasından akıp gittiğini duyuyorlardı. Pazartesi sabahı saat dokuzda işe başlamak için gerekli canlılığı bir günde toplayabilecekler mi acep?” Pazar gününün yaşamın koşturmasına verilecek tek ara olduğuna vurgu yapan Sartre, bu günde yorgunluğumuzun izlerini silmek için yeterince zamanımız olup, olmayacağını da sorguluyor. Peki yaşamak için sadece pazarlar yeterli mi? Bu büyük bir soru... Bu soru üzerine düşünürken bu haftanın konuğu olan Dürdane İsra Çınar’ın kapısını çalalım. Yazar olan Çınar önce bize klasik pazarını tarif edecek: “ ‘Kimse bana sormadığında zamanın ne demek olduğunu biliyorum; birisi sorduğunda bilmiyorum!’ diyordu Augustinus, itiraflarında. Ben de klasik bir pazar günü için aynısını söyleyebilirdim fakat bir günü çalışmamaya ya da rutin dışında bir şeyler yapmaya ayırmanın geride daha başka bir anlam barındırdığını düşünüyorum. Kâinatı altı günde noksansız yaratıp yedinci gününü sanki bir insanmış gibi istirahate ayıran bir yaratıcı tasavvurundan, o vehimden doğmuş günler cumartesi, özellikle pazar. Adeta bir ebediyet artığı. Gerçekte öyle boş, öyle anlamdan yoksundur ki, bugünü nasıl, ne ile geçireceğini şaşırır insan. Ya da özellikle takdis eder ve o gün yaptığı herhangi bir şeyin ‘sunday funday’ ruhuna uygun olması için didinir durur. Amerika’nın meşhur Super Bowl’u böyle zoraki şenlendirilen bir kutsal pazar aktivitesidir mesela. The Simpsons’ın sadece pazar günleri oynanan bu maçı merkeze aldığı ‘Sunday, Cruddy Sunday’ (Pazar, Berbat Pazar) isimli bölümünü hatırlayanlar vardır. Bölümün yazarları kendilerine neyin ilham verdiği sorulunca, Bart ve Homer Super Bowl’dayken Marge ve Lisa’nın katılabileceği aktiviteler bulmaya çalışmasının sonucu diye yanıtlıyorlar. Aslında yazarların, Marge ve Lisa’nın zaman geçirmek için yapabileceği ‘en sıkıcı şeyi’ bulmaya çalıştıkları bariz. Büyük şenliğin dışında kalan herkese can sıkıntısı musallat olur. Hiçbiri bizden değil gibi gelir bana. Bunları anlatırken sormak istediğim şu aslında: Bu şenlikte biz yokuz, peki ama neden onun hayaleti aramızda? Neden bir şenlikten mahrum kalmış gibi bir kasvet duyuyoruz pazarları?”
Çınar’ın pazarları sıkıntılı geçirmekten kurtulmak için önerileri de var. Yazar, “Pazarları sıkıntı olmaktan kurtarmak için önce zamanın tekelleşmesine direnmeli” diyor ve şöyle devam ediyor: “Her şeyi kendine mâl eden Avrupa merkezli anlayışa, zaman hırsızlığına, ‘büyük medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günlerine’ karşı uyanık olabiliriz hiç olmazsa. Ahmet Haşim›in ‘Müslüman Saati’ başlıklı denemesini hatırlatacağım tam burada. Haşim, ‘eskiden kendimize has yaşayış ve düşünüşümüz olduğu gibi bu hayat tarzına göre de saatlerimiz, günlerimiz vardı’ der. Başlangıcını şafağın parıltıları, sonunu akşamın ışıklarının tayin ettiği, ışıkta başlayıp yine ışıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir gündür bize has olan. Hayatı etrafımızda serbest bırakan, geniş, kayıtsız dostlar gibi geçen vakitlerden mürekkep, hatıraların o kutsî saati. Bize has bu saatleri diriltmeye pazarlardan başlayabiliriz belki.”
İbrahim Bey ve Musa’nın hikâyesi
Gelelim beyaz perdeye: Sizce pazar günü izlenecek en iyi film hangisidir? Çınar, yakın zamanda izleyip sevdiği bir filmi öneriyor bize: “Yazar E. Emmanuel Schmitt’in aynı isimli romanından uyarlanmış, içinde bize dair enstantaneler bulunan güzel bir film: Mösyö İbrahim ve Kur’an’ın Çiçekleri. Başrolde Ömer Şerif, Mösyö İbrahim’i canlandırıyor. İbrahim, bir sufi. ‘Hilal ülkesi’nde yani burada doğmuş, Paris’e göçmüş. Sapa bir mahallede bir bakkal işletirken sık sık dükkânından alışveriş eden Yahudi bir çocukla, Musa ile bir dostluk kuruyor. Sıkıştıkları dünyanın içinde daha gerçek, genişleyen, keşiflerle dolu bir ara zaman yakalıyorlar. O zaman yolculuğuna eşlik etmek için pazar gününden daha iyisi olmaz sanıyorum.”
Elim daima Bursevî’ye gidiyor
Sırada kitaplar var. Acaba Çınar, pazar günleri neler okur veya neler okumayı tercih eder? Bu soruyu kendisine yönelttiğimizde “Pazarları çoğunlukla okurum” diyor ancak mükerrer okumaları arasında mutlaka bir varidatnâme bulunduğunu belirtiyor. Ardından da şunları anlatıyor: “Varidat, kalbe gelen, içe doğan, insanın gönlüne düşen şeyler demek. Hissin akla, aklın hisse yetişemediği anlarda, bir ulvi sese, acıdan yeşermiş rikkate, gerçek bir münzeviye ihtiyaç duyuyor insan. Yaklaşık beş yıldır, elim daima Bursevî’ye gidiyor. Onun Kitabü’n Netice isimli eserine. Sabah saatlerinde onu uykusundan uyandıran ilhamlara, hikmetlere... Bursevî, kalbini arındırmanın, hiç değilse o yolda bir gayretin en parlak mükafatını bırakmış arkasında. Ne hoş seher ilhamları, nasıl saf bir bilincin cevelanları onlar…”
Pazarlar okumak ve yazmak için
Çınar’a pazar günleri görmek istediği arkadaşları olup, olmadığını sorduğumuzda önce bize yakın dostlarıyla kurduğu ilişkiden bahsediyor. “Birlikteyken zamanın bereketlendiğini hissettiğim yakın dostlarım var. Onlarla özel bir saati bölüşmek, özel bir mekânda buluşmak, bir ev sohbeti, bir şehir gezintisi yapmak vazgeçilmez benim için” ifadelerini kullanıyor. Fakat pazar günlerini daha ziyade yazmaya ve okumaya ayırdığını da belirtiyor.
Yazarın pazarları için favori mekânı ise İstanbul’un nadide semti Selimiye imiş. Çınar, “Bir semt olarak Selimiye’nin, Karlık Bayırı’ndan Harem iskelesini ve karşıda Sarayburnu’nu seyretmenin, Salacak boyunca, mektuplaşır gibi eşimle sohbet ederek aheste yürümenin çok başka, eskimeyen bir tadı var” diyor. “En güzel ve en kötü geçen pazar gününüz hangisi?” dediğimizde ise şunları aktarıyor: “En güzel pazar, şimdilerde bir yaşını süren oğlum Agâh’la evimizde geçirdiğimiz o ilk pazar günüydü. En kötüsü de yine onun doğumundan hemen sonra gelişen bir tıbbi zorluk nedeniyle taburcu olamayıp hastanede geçirdiğimiz o karanlık pazar. Agâh’la bir pazardan ötekine, ruhumun en aydınlık ve en karanlık günlerini tatmış oldum diyebilirim.”
Pazar günleri çalıştığını hatta en çok pazarları çalıştığını söyleyen Çınar’a son sorumuz malum: “Pazar günü bir insan olacak olsa nasıl birisi olurdu?” İşte kendisinin cevabı: “Pazar günü bir insan olsa kesinlikle Proust gibi biri olurdu. Alafranga bir tasavvurla tahsis edilmiş böylesi günün içini en iyi Proustyen bir ruh doldurur herhâlde. Zamanın bu kör noktasında, bu kadar acının içinde uyuşup hissizleşmektense, hemen her gün ama özellikle pazarları Proust’un yaptığı gibi entelektüel hayatın enerjisiyle uyumlu hâle getirmeye çalışmalı.”
Pazar günleri biraz Baudelaire gibi