Doç. Dr. Furkan Kaya / Yeditepe Üniversitesi Öğretim Üyesi
Dünya kıtaları yaklaşık beş yüz yıldır siyasi, diplomatik ve ekonomik etkileşim içinde. Bu süre zarfında yapılan savaşlar ve arkasından gelen barış süreci ekseri olarak bir sonraki savaşın kuluçka evresiydi. Tarihte büyük devlet ve imparatorlukların giriştikleri savaşlarda gerçek amaç kalıcı barışı sağlamak mı, ekonomik çıkarlar elde etmek mi, yoksa beş kıtayı da fethetmek miydi? Her bir soruyu “evet” veya “hayır” ile cevaplamak mümkün fakat jeopolitik ve jeoekonomik bakımdan tek bir gerçek var. O da Avrasya kalpgahının bu güç mücadelesinin tam da merkezi olduğudur. Yakın gelecekte yerküredeki güç üsleri, ittifakları, ekonomik merkezleri arasında kaymalar olması oldukça muhtemel.
Ekonomik kudretin Doğu'dan Batı'ya kaymasından sonra Avrupa, dünyanın ekonomik ve siyasi nabzını kontrol etmeye başladı. 20. yüzyıl ile birlikte enerjinin ekonomi ve diplomasideki ağırlığının artması, doğunun yeniden finansal güç olmasının yolunu açtı. Birinci Dünya Savaşı paylaşımlarından memnun olmayan emperyal güçler, koşar adım İkinci Dünya Savaşı'na hazırlanmaya başladı. Çünkü Avrasya coğrafyasını hiçbir devlet mutlak kontrolü altına alamadı. Savaşın arifesinde Adolf Hitler ve Joseph Stalin şöyle diyordu: Avrasya’ya hükmeden dünyaya hükmeder.
Ünlü teorisyen Brzezinski, ABD’nin gerçek bir küresel güç olabilmesi için Avrasya’ya jeopolitik ödülü olarak sahip olması gerektiğini vurguluyor. Brzezinski’nin haklı olduğunu harita üzerinde görmek mümkün. Yerkürenin en büyük kıtası olan Avrasya, dünya nüfusunun yüzde 75’ine sahip ve ticaret hacmi yaklaşık 2.5 trilyon dolar. Bunun üzerine Afrika kıtası jeopolitiği de eklendiğinde, büyük güç mücadelesinin merkezinin Afro-Avrasya coğrafyası olacağı aşikar. Çünkü AB, Rusya, Çin ve ABD’nin Afrika siyasetlerinde öncelikle ekonomik istila arkasından kıta ülkelerinin politikalarını kontrol yer alıyor.
Bu mücadelede küresel güçlerin öncelikle iktisadi olarak birbirlerine üstünlük sağlaması gerekiyor. Bu bağlamda Çin’in büyük bir ekonomik entegrasyon projesi olarak başlattığı “Yeni İpek Yolu Projesi”, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 65’ini ve 68 ülkeyi kapsarken, ticari kapasite olarak 21 trilyon dolarlık güç projeksiyonu oluşturacak. Bu kudretli hacmin haritadaki konumuna bakıldığında, Afro-Avrasya coğrafyası net bir şekilde ön plana çıkıyor. Yeni İpek Yolu’na rakip olarak tasarlanan son G20 zirvesinde sözü edilen “IMEC”, yani Yeni Baharat Yolu projesi, “Tek dünya, tek aile, tek gelecek.” mottosuyla ilan edildi. Hindistan’dan BAE’ye uzanan, oradan Suudi Arabistan, Ürdün ve İsrail’den Avrupa’ya ulaşması planlanan projenin deniz ve demiryolu güzergahları olacak. Doğu Akdeniz havzası ise birbirlerine rakip olan projelerin hayati kesişim noktası olarak dikkat çekiyor. Çünkü Yeni İpek Yolu’nda da kuzey, orta ve güney rotaları, doğu Akdeniz üzerinden geçiyor. Çin ve Hindistan artık şiddetli biçimde kozlarını paylaşacak.
Çin bu bağlamda bilhassa deniz ipek yolunun, kara ve demir ipek yolunun güvenliğini sağlayacağı düşüncesi ile lojistik amaçlı denizaşırı ilk üssünü Cibuti’de tesis etti. Bu sayede Süveyş Kanalı üzerinde de etki sahibi olan Pekin, kanal vasıtasıyla Akdeniz’e girecek ve askeri kapasitesiyle de varlığını derinleştirecekti. Süveyş Kanalı’nın kapasitesinin büyümesine yatırım yapan Çin, Afrika politikalarına istinaden Mısırla ilişkilerini iyileştirmeye önem veriyor. Örneğin Mısır’ın İskenderiye ve Port Said limanlarını işletiyor, kanal bölgesinde lojistik altyapı projelerini yürütüyor. Bu müstesna ilginin en kritik nedeni, Süveyş Kanalı’nın, deniz İpek Yolu’nun en önemli düğüm noktası olmasıdır. ABD ile Çin’in önce ekonomik sonra askeri genişleme riskine karşılık denge arayışında olması gerekirken, Rusya ve Türkiye’yi çevrelemeye odaklanıyor. Diğer taraftan İsrail ile de ilişkilerini derinleştiren Çin, Ashdod ve Hayfa limanlarını işletiyor, Eliat’ı Hayfa’ya bağlayacak olan “Red-Med” demiryolu inşa sürecini de devam ettiriyor.
Kısaca bahsedilen jeopolitik pozisyonda Türkiye’nin merkezi anahtar rolü ön plana çıkıyor. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra küresel sitemdeki değişimler, Türkiye’ye sorumluluklar yüklerken yeni fırsatların da penceresini araladı. Son on yıl içinde yaşanan bölgesel gelişmeler Türkiye’yi NATO’nun kanat ülke pozisyonundan çıkararak Avrasya kuşağında ve Afro-Avrasya çemberinde ağırlık merkezi konumuna getirdi. Bu süreçle beraber bölgenin politik, güvenlik ve ekonomik meselelerinde Ankara adeta coğrafyanın pusulası sorumluluğunu üstlendi.
İçinde bulunulan süreç bir “dünya savaşı mı” yoksa yeni bir “Soğuk Savaş mı” buna karar vermek zor olabilir fakat Anadolu jeopolitiğinin çevresinde yeni “demir perdeler” ve asimetrik sıcak savaşların hazırlığı olduğu aşikar. Bunun yanında petro-dolar hakimiyeti ve ABD’nin yeni dönemde deniz ulaşımının düğüm noktalarına üs zincirleri inşa edecek olması, kenar kuşakta büyük çatışmalara neden olabilir. Bu durumda Türkiye’nin bölgeselleşme politikalarına hız vererek coğrafyasında siyasi ve ekonomik çekim merkezi oluşturması oldukça önemli. Türkiye’nin Nil deltası, Akdeniz ve Hazar havzaları, Mezopotamya ve İndus deltası çemberinde tesis ettiği manevra kabiliyeti, dünyanın yeni çatısı Afro-Avrasya’da büyük güç sahibi olduğunun sahadaki yansımasıdır. Üçüncü Dünya Savaşı başladı mı bilinmez ama Üçüncü Büyük Oyun çoktan başladı…