Ahsen İlhan / Sanat Tarihçisi - Yazar
Zıtlık, kontrast, antagonizma... Bir başka ifadeyle mübayenet ve belki de biraz kıyasımukassem ve tenakuz. Mevcut hâlleri bir doğru parçası farz edersek; bu doğruyu sınırlandıran iki farazi noktanın birbirine göre durumunu ancak bu sözcükler yoluyla tespit edebiliyorum. Hilkatin hikmeti bu olsa gerek; mevcut olan her şeyin, mücadele alanına sahip olduğu bir karşıtlık muhakkak ki bulunuyor. En basit misalle, kötünün iyiyle derdini arkeolojik kazılarla elde edilecek buluntulara bağlamaya gerek yok. Var oluşun kendi kadar eski olacak ki Habil ve Kabil hakikati üzerinden okuduğumuz ne çok karşıtlık varsa da her şey bir yanıyla iyilik ile kötülüğün çatışmasına gelip dayanıyor. Tefekkür kapılarını zorlayan bir dönüş bu. Tıpkı güneş sisteminin ve bağlı unsurların döne döne vesile oldukları akış gibi… Zamanın akışı, insanın, tabiatın ve tüm canlı organizmanın bu dönüşle şekle, hacme ve anlama vasıl oluşu gibi…
Bu zıtlık ve karşıtlık vaziyeti ontolojinin de üzerinde sıklıkla mola verdiği bir akıl yürütme durağı. Buraya uğrayan bir mütefekkir ya da filozof, buradan hızla akıp gidemiyor. Burası tam da varlığın yoklukla mühürlü olduğu bir karar perdesi. Öyleyse şaşırtıcı olmayan ve zihni hayret mertebesinde meşgul etmeyen birtakım tespitlerle, ayakları saldığımız güvenli kıyılardan, boyu aşan derinliğe geçişin adrenalin yükselten rizikosuna kendimizi bırakabiliriz. Bu bir karar da değil üstelik, zaruri bir dönüş öyküsünün unsuru olarak biz, defalarca akışa tutunmak durumundayız. Hülasa; mümin varsa kâfir de vardır, merhametli varsa acımasız da mevcuttur. Bahar pembesine çalan tebessümüyle kalp atışlarının sivri köşelerini yumuşatan yârenler varsa düzayak yolların sadeliğinde uçurum korkusunu zihne ilikleyen dost görünümlü akbabalar da vardır. Mübalağa ve teşbih bazen aklı yorabilir. Öyleyse siyah varsa beyaz vardır, beyaz mevcutsa siyah da oralardadır. Aydınlık, her zaman güçlü bir karanlığın delili; keder ve ümit aynı ırkın mensubudur. Bir şeye yok diyebilmek için bile fikirde bir var’ın varlığı canlanmak zorundadır. Hiçbir şey var olma düşüncesinden azade bir yoklukta açıklanamaz. İşte pek çok misalle açıklanabilecek, delillendirilebilecek ve hatta abartılabilecek çok geniş bir fikrediş sahası bu. Yine de özetlemeye gayret edersek; zıtlıklar kâinatın her bir basamağında bizi karşılıyor.
İyi insan ve kötü insan denildiğinde bu alternatifsiz bir yol ayrımı değil mi? İyilik sahasının dışında insanı kötüden ve kötülükten başka hangi kavram karşılayabilir ki? Ya da kötü değilse biri, iyi sayılmaz mı? Bence sayılmaz. Akılca ve vicdanca da sayılmaz. Burada işin en ikircikli merhalesine gelmiş bulunuyoruz. Çünkü tüm zıtlıklar, bir yerde bulunmamakla, karşısındaki manada yoklamaya alınmak anlamına gelse de; insan mevzubahisse, kötü olmamak mecburiyeti iyi olmanın gayretsiz bir rütbe olduğunu göstermiyor. Kötülük yapmamak, kötü olmamaya delilse de “iyi” olmak için çok daha fazlasına ihtiyaç bulunuyor. İşte tam burada yine teşbihin ifadeyi saltanatlandıran yetkisinden faydalanmam icap ediyor. ‘İnsan kötü değilse iyidir’ diyemiyorsak, karanlık değilse aydınlıktır da diyemeyiz. Tıpkı Ay’ın öteki yüzü ile Ay’ın karanlık yüzünün farklı meallerle tefsir edildiği gibi… Ay’ın Dünya gezegenine bakan yüzüne görünen yüzü diyorlar, ayak bastığımız bu gezegenden göremediğimiz kısmı ise Ay’ın öteki yüzü olarak adlandırılıyor. Fakat Ay’ın görünen yüzü her zaman bütünüyle Güneş ışığını yansıtmadığından, her zaman aydınlık yüzü olmuyor. Bazen Ay’ın öteki yüzünün bir kısmı aydınlanıyor ve böylece Ay’ın karanlık yüzü zaman zaman değişiyor. Demek ki öteki yüz, her zaman karanlık olmadığı gibi; Ay’ın aslî sureti; yani bize görünen tatlı yüzü de her zaman aydınlığı temsil etmiyor. Benzetme yoluyla insanın da karanlığı (kötülüğü) temsil etmeyişi, iyiliğin (aydınlığın) timsali olduğu anlamına denk düşmeyecek. Buradan hareketle, aydınlığı yansıtmak için Güneş’ten emeceği ışığa muhtaç olan Ay gibi; insan da ışımak, ışık yaymak, aydınlanmak ve aydınlatmak için bir kaynağa tutunmak durumunda.
İşte bu kaynak; bütün benzetmelerden, teşbihlerden ve şu ana kadarki ifadeyi güçlendirme gayesine hizmet ettirilen nesne, obje ve mahlukattan azade olarak; Allah’ın Hak dini İslâm ve O’nun habibi, Resulu, elçisi Hz. Muhammed (sav)’dir. Öteki değilim, aslî suretim demekle, iyilik ve kötülük ayrışmıyor insandan. Öteki olmamak gerekse de; aslî suretimizin dünyaya aydınlık bir hüzme bırakabilmesi için bu ilahi kaynağa sığınmak, o kaynaktan aldığımız enerjiyle kâinata tesir etmek gerekiyor. İnsan aslî olansa onun zıddında duran öteki varlıklardır. Belki ötekilerin aklı, iradesi yoktur ama aklı, iradesi ve vicdanıyla hakkı yansıtmayan insandan daha aydınlık sahibi olabildikleri de ibretlik bir vakıadır. Bulunduğumuz mevki tam da Ay’ın Dünya’ya bakan yüzü gibidir. İyi olabilmenin ve yeryüzüne iyi bir iz bırakabilmenin yegâne yörüngesi; bulunduğumuz mevkie sadakatle, doğru kaynaktan beslenmek ve böylece iyi ile kötünün ayrımını kendi duygu ve fikrimize göre değil, İlahi hudutlara göre tayin etmektir. İşte o zaman aydınlık sahibi olabilir, insanın ve insanlığın aydınlığına vesile olabiliriz.