Bu kararda:
Adada iki eşit halkın var olduğu,
Adada iki ayrı devletin mevcudiyeti,
Türkiye’nin garantörlük hakkının devam edeceği,
Lozan’da kurulmuş olan Türk-Yunan dengesinin bozulmayacağı,
KKTC’nin özgürlüğü, eşitliği, barışın devamı, refahı ve kalkınması için her türlü desteğin verilmeye devam edeceği belirtilmiştir.
Yukarıda sıralamış olduğum hususlar adada varılacak olası bir mutabakatın içerisinde mutlak surette olması gereken hususlardır. Bunların bir tekinden dahi vazgeçmek, ilerleyen dönemde Türkiye ve K.K.T.C için geçmiş dönemde yaşanan o sıkıntıların Kıbrıs’ta yeniden başlamasına neden olacaktır. Çünkü Rum tarafının ulusal duruşu ve amacı hiçbir dönemde değişmemiş, değişmeyecektir. Bu duruşun baktığı taraf, adanın Yunanistan’a bağlanmasıdır.
Ancak,
T.B.M.M’de kabul edilmiş ve hala geçerliliğini koruyan ülkemizin kırmızıçizgilerini, yıllardan beri devam eden müzakere masasında savunmak ve muhataplarına kabul ettirebilmek, ülkemizde iş başında olan hükümetlerimizin dış politikalarına ve uluslararası konjonktüre bağlıdır.
Unutulmasın ki, milli davalar uzun soluklu mücadelelerdir ve dik duruşlar gerektirir. Kıbrıs Milli Davamız hiçbir neden uğruna feda edilemeyecek kadar önemlidir.
O nedenle ülkemizin dış politikasında çok önemli bir yeri olan ve son 60 yılına damgasını vuran Kıbrıs konusunda Türk Milletinin ve Kıbrıs Türk Halkının, uluslararası arenada kazanılmış yasal haklarını yılmadan ve cesaretle savunmak; adada ki, kalıcı ve nihai çözümün vazgeçilmezleri olmalıdır.
Şurası unutulmamalıdır ki!
Güney Rum Kesimi, adada alabileceği her şeyi almıştır. Hala adanın legal hükümeti gibi tanınmaktadır.
Uluslararası anlaşmalara aykırı olarak, AB’ye üye yapılmış olup, Kıbrıs adasına yapılan her türlü ekonomik yardımdan gayrı yasal bir biçimde tek başına faydalanmaktadır.
Çünkü hala adanın kuzeyine, Kıbrıs Türk Halkına uygulanan her türlü ekonomik ve siyasi ambargo devam etmektedir.
Bu insanlık dışı uygulama, hem de BM’e göstere, göstere yapılmaktadır.
O nedenle 1968 yılından beri süregelen müzakerelerde, Rum tarafının yegâne isteği; adanın kuzeyine yeniden dönmek, 1960’da olduğu gibi adaya bir düzen getirmek, Kıbrıs Türk Halkına azınlık hakkının dışında bir hak vermemek ve AB şemsiyesine sığınarak, Türkiye’nin garantörlük hakkını ortadan kaldırmaktır.
Bu tablo karşısında Rumların ana hedefi Enosis, yani adanın Yunanistan’a ilhakıdır. Bu sonuç; asırlardan beri Rum Ortodoks Kilisesinin, Rum Ulusal Konseyinin, anavatanları Yunanistan’ın ve arkalarındaki en büyük güç Hıristiyan Âleminin de hedefidir.
Güney Rum Kesiminin AB’ye üyelik sürecine baktığımızda:
Güney Rum Kesiminin AB’ye üye oluşu da, adanın Türk Milletinden ve Kıbrıs Türk Halkından söke, söke alınabilmesi için kurgulanmış, başarıya ulaşmış Bizans oyunu senaryolarından bir tanesidir.
‘’Annan Tuzak Planı’’ ile ortaya konulan bu senaryonun hayata geçirildiği 2004 yılında; ne yazık ki, ülkemizi yöneten Hükümet’te bu tuzağa düşmüş, AB ile başlatılacak olan müzakereler sürecinde neredeyse Kıbrıs Türk Halkı bu sürece feda edilir hale gelmiş/getirilmiştir!
Çünkü Annan Planına hayır yanıtı verildiğinde otomatikman geçerliliğini yitirecek olan bu plana, Rum tarafı ‘’Hayır’’ dediği halde, AB’ye üye yapılmış; adanın devlet statüsünü ortaya koyan 1959 ve 1960 anlaşmaları, göz ardı edilmiştir!
Açıkçası hem Türkiye ve hem de K.K.T.C bu süreçte AB tarafından aldatılmıştır. Ancak o döneme dönüp baktığımızda;
Türkiye’nin AB müzakerelerine başlayacağı o süreçte; bu birliğin ‘komşularla sıfır sorun’ dayatması ile karşılaşan AKP iktidarı, ne yazık ki Kıbrıs sorununda özellikle AB’ye Kıbrıs konusu seninle ilgili değil, bu sorun BM zemininde yürütülüyor, ilgili tarafların konusudur dememiş/diyememiştir!
O süreci bir kez daha hatırlayacak olursak!
‘’Kıbrıs konusunda tavizler verebiliriz’’, ‘’Kıbrıs konusu kimsenin şahsi davası değildir’’ ‘’Rumlar daima bir adım önde olacağız’’, söylemleri ile Kıbrıs konusunda tavizler dönemi başlamış! (Bu dönemde yapılan eleştiriler, genelde rahmetli Denktaş’a yönelikti…)
Günü gelmiş, Kıbrıs Milli Davamıza ömrünü adamış, bu konuda Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk’ünün hakkını ve hukukunu başarıyla savunmuş, bir dava insanına, son Türk Devletinin Kurucu Cumhurbaşkanlığını yapmış Sn. Denktaş’a; o süreçte yapılan yanlışlara dikkat çekmek ve Türk Milletini bilgilendirmek maksadıyla geldiği anavatanından adeta kovulurcasına;
‘’Git sen davanı kendi ülkende savun!’’ Denebilmiştir. Sanki Türkiye onun da vatanı değilmiş gibi…