Çünkü 1960 yılında ‘Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’ kurulurken, bu yeni devletin oluşumunda, hangi ülkelerin taraf olduğu, 1959-1960 Londra ve Zürih Antlaşmalarıyla belirlenmişti. Dolayısıyla AB ülkelerinin bu konuda taraf olmak istemeleri anlaşılır gibi değildi. Ama AB’yi oluşturan ülkelerin, Akdeniz’de yüzen bir uçak gemisi konumunda olan Kıbrıs adasında söz sahibi olmak istemelerinin en önemli nedeni şuydu:
Bölgede stratejik ve politik yönden güç kazanmak istemelerinin yanı sıra; adayı çevreleyen münhasır ekonomik bölgelerde son dönemde keşfedilen zengin petrol ve doğalgaz yataklarından pay kopartmanın peşinde olmak..!
Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakerelerinin başlamasıyla birlikte, ülkemizin en değerli öz kaynakları; hazır sanayi tesisleri, enerji üretim tesisleri, bankalar, sigorta şirketleri, yani kısacası ülkemizin ne kadar karlı tesisi varsa; AKP Hükümeti tarafından özelleştirme adı altında yabancı sermayeye satılmaya başlandı. Hem de Cumhuriyetimizin ilk on beş yılında tüm yoksulluklara rağmen onca emek vererek, yaratılan pek çok tesis, özelleştirme yoluyla satılma kapsamına alınmıştı.
Kaldı ki, bu tesislerin; milletimiz açısından cumhuriyet dönemimizi yansıtan psikolojik değerinin yanı sıra, tarihsel özellikleri de vardı. Ama ne bu özelliklerine bakıldılar, ne de bu tesislerde çalışan emekçilerimizin ne olacağına!
Hiç tereddüt etmeden satıldılar. Millilik vasfıymış, toplumsal değerimizmiş, bunların hiçbirisi göz önüne alınmadı.
Zaten ülkemizin bakir doğal kaynakları, her alanda pazarlanmaya hazır üretim kaynaklarımız, ülkemizin genç nüfusunun saçmış olduğu enerji; küresel sermayenin çoktan ağzının sularının akmasına neden olmuştu…
Emperyalist sermaye, böylesine güzel bir fırsatı hiç kaçırır mıydı? İşte tam bu noktada, yeni bir dönem başladı!
Özellikle halkımızın bu yeni döneme uyum sağlayabilmesi; hem iktidar partisi ve hem de AB ülkeleri için çok önemliydi! Avrupalı olacağız söylemlerinin ülke sathına yayılması, halkımızın bu sürece süratle intibak etmesi mutlak surette sağlanmalıydı.
Bunu sağlamanın en önemli aracı, yazılı ve görsel medyanın kullanılmasıydı. AKP iktidarı da, bu önemli propaganda aracını çok iyi bir şekilde kullandı. Zaten AB ile imzalanan, ‘’Müzakere Çerçeve Belgesi’’ de, bu yeni düzenlemelerin süratle tanıtılması, yasalaşması yönündeydi.
Artık ülkemizin ‘yazılı ve görsel havuz medyası’ diye nitelendirilen kesimde; AB ile başlatılan müzakerelere, bu amaçla çıkarılan uyum yasalarına, özelleştirme adı altında gerçekleşen tüm satış faaliyetlerine methiyeler düzülüyor, ‘bilinen TV kanallarının’ neredeyse tamamında düzenlenen açık oturumlara katılan konuşmacıların hepsi, iktidarın bu hamlesine alkış tutuyorlardı.
Bu süreç, ülkemizde uygulanan belki de en çarpıcı algı operasyonu idi..!
Ama özelleştirme adı altında satılan devletin kurum ve kuruluşlarında çalışan onca işçi ve memurun geleceği açısından; bu tesislerin ihalesi sonucunda yenilenen işletme yapısının ne olacağı bilinmiyordu!
Bu işletmelerin yeni patronunun; yıllarca bu işletmelerin üretimine katkıda bulunan, ekonomik büyümemizin lokomotifi olan, bu kurumlar için ter döken, katkı koyan işçilerimizin akıbetleri hakkında ne karar alacağı meçhuldü!
Ne acıdır ki, sadece bu karlı tesislerin üretimini yapan insan/işçi faktörü; bu süreçte yeteri kadar dikkate alınmayacaktı!
Alınmadı da!
Pek çok tesiste yapılan özelleştirilme sonrasında; bu tesislerde çalışan binlerce işçinin işine son verildi…
İktidara geldiği tarihten günümüze A.K.P’nin; Türkiye’nin ABD ile müttefiklik ilişkilerini koruma siyasetinin ve AB üyeliğine uyum yasaları adı altında atmış olduğu adımların, kimi uygulamaların, demokratikleşme adına gerçekleştirildiği söylenen türlü açılımları kabul etmeyen/uygun bulmayan yüz binlerin cumhuriyet mitingleri adı altında çeşitli illerde meydanlara çıkması ve bu mitinglerin toplum üzerindeki etkilerinin kısa bir analizi: