ARİF AY
Nihayet olması olan oldu ve bir diktatör, bir zalim daha devrildi. Altmış bir yıl, bir zulüm mekanizması olarak varlığını sürdüren Esed rejimi de tuz buz oldu ve çöktü. O heykellerin devrilişinden duyduğum coşkuyu ve hazzı anlatamam. Ekranlardan o devrilişi izlerken İrlanda’nın bağımsızlığı için direnen ve altmış altı gün süren bir açlık grevinin sonunda 5 Mayıs 1981’de ölen Babby Sands’ın günlüğünün son cümlesi olan: “Bizim de günümüz gelecek” sözü bir işaret fişeği gibi belleğimde parlayıp durdu hep.
Yirminci yüzyıl pek çok direniş hareketine ve özgürlük mücadelesine sahne oldu. Sözgelimi Ahmet bin Bella’nın Fransız emperyalizmine karşı Cezayir’de başlattığı ve Mısır’da Muhammet Mursi’ye değin uzanan direniş hareketi, Libya’da Ömer Muhtar’ın İtalyan emperyalizmine karşı verdiği bağımsızlık mücadelesi, Mahatma Gandi’nin İngiliz emperyalizmine karşı gerçekleştirdiği “Sessiz Direniş”, Rus işgaline karşı Afganlı mücahitlerin direnişi, İmam Humeyni’nin Şah rejimine karşı direnişi ve devrimi gerçekleştirmesi bu direniş hareketlerinden bazıları…
Ali Göçer’in başta Edebiyat dergisi olmak üzere, Yedi İklim ve Hece dergilerinde kimi zaman kendi adıyla, kimi zaman da Mehmet Kurşun kod adıyla yayımladığı yazılardan oluşan “Çoban Yıldızı / Nuri Pakdil Üzerine Yazılar” (Hece Yayınları, Ekim 2024) adlı kitabında yer alan “Bizim de Günümüz Gelecek” başlıklı yazı, Nuri Pakdil’in direnişçi, devrimci yanına ışık tutarken, onun, dünyadaki direniş ve özgürlük hareketlerine duyduğu yoğun ilgiyi ortaya koyması bakımından da önemli bulduğum bir yazı.
Gerçekten de Nuri Pakdil, özgürlük mücadelesi veren direnişçilerin, devrimcilerin haklarında yazılmış kitapları, günlükleri, anıları, konuşmaları didik didik okur; onların mücadelelerinden kendi yürüyüşü, kendi mücadelesi için gerek duyduğu birtakım ilkeler tespit eder ve bunları zaman zaman bizimle de paylaşırdı. Bunlardan biri de Lenin’in Almanya’da çıkardığı dergiyi Rusya’ya sokma yöntemidir. Lenin çıkardığı dergiyi rulolar halinde su geçirmeyen muşambalara sarar ve Rusya’ya gidecek gemilerin tayfalarına verir. Gemi limana yaklaşırken tayfalar paketleri denize boca eder. Ardından da limanda bekleyen emekçiler denizden bunları toplar ve gizlice dağıtırlar. Bu olayı anlatırken Nuri Pakdil’in nasıl da keyiflendiğini tahmin edemezsiniz.
Sözünü ettiğim yazıda Ali Göçer, Nuri Pakdil’in “Erleri Eritre’nin” şiirinden bir bölüm alır ve şunları der: “Dikkatimizi Eritreli Müslümanların özgürlük mücadelesine çekiyordu. Birden ufkumuz Afrika’ya kayıyordu. Yerel değil evrensel düşünmeye başlıyorduk. Sadece Eritre mi başta Filistin olmak üzere Moro, Beyrut, Afganistan, İrlanda, sömürülen tüm Afrika Ülkeleri, Tüm Latin Amerika Ülkeleri hep onun gündemindeydi.
Nuri Pakdil için dini, dili, milliyeti ne olursa olsun dik duran, haksızlığa karşı direnen her insan saygıdeğerdir. İlkleri olan, eğilip bükülmeyen, çizgisinden sapmayan insanlar onun hep merceğinde onurlu, vakarlı birer direniş sembolü olmuştur.”
Kitabın adına ilişkin şunları der Ali Göçer önsözde: “Nuri Pakdil üzerine yazdığım yazıları neden ‘Çoban Yıldızı’ adı altında bir kitapta topladım? (...) Çoban Yıldızı, Nuri Pakdil’in İstanbul’a taşındığı zaman tevafukken oturduğu sokağın adıdır. Çoban Yıldızı, aynı zamanda yıldız değil dünyadan izlenebilen en parlak gezegendir. Uydusu yoktur, o tektir.”
Gerçekten de Ali Göçer’in dediği gibi kişiliğiyle sanatıyla ve eylemiyle tektir Nuri Pakdil. Tıpkı Çoban Yıldızı gibi yol gösteren, yön tayin eden, düşünce adamı, devrimci bir yazardır. Hiçbir kuruma, kuruluşa, topluluğa, derneğe, vakfa bağlı olmayan, malsız, mülksüz ve serveti sadece “eylem” olan bir direnişçidir o.
Ali Göçer’in kitapta yer alan yazıları, Nuri Pakdil’in hem sanat- düşünce dünyasına ışık tutuyor hem de birebir yaşanmışlıklardan hareketle onun kişiliğine ve eylemciliğine dair doğru bilgiler edinmemizi sağlıyor; bu yönüyle de Nuri Pakdil hakkındaki şehir efsanelerinin abesliğini ortaya koyuyor.
Ali Göçer, Nuri Pakdil’in kitaplarını irdelerken özellikle oyunlarına dair önemli yorumlarda ve tespitlerde bulunur. Mekân, ışık, müzik ve dekorun da oyuncular kadar oyunda işleve sahip olduklarını vurgularken birtakım ögelere ilişkin şu tespitleri yapar:
“Derin karanlık, içi irin dolu ürkünç bir çukurda, boyun eğmek; karşı insaniliğe: YAŞADIĞIMIZ :
Vicdanları boğan karabasan, ıssızlık, korku: DUYULAN
İnsanların durmadan çürüdüğü, tükendiği: GÖRÜLEN
Çığlık, insan yiyen, ilişkileri öğüten çarkların sesi, kesik kesik ağıt, gecekondulardan yağan yoksul soluğu: İŞİTİLEN
Cehennem: İNSANIN KONUMU, şimdi.”
Nuri Pakdil’in oyunlarına nehir oyunlar da denebilir. Ali Göçer’in belirttiği gibi Umut bir araştırma, soruşturma, insanın konumunun saptanmasıdır. Umut da suçlu saptanır, Korku’da tutuklanır, Putyapımevleri’nde yargılanır ve Kalbimin Üstünde Bir Avuç Güneş’te hücreye atılır. Anlatımda dilin yetersiz kaldığı durumlarda devreye müzik ve ışık ögeleri girer. Bu bakımdan oyunların sahnelenmesi birtakım teknik imkanları zorunlu kılar.
Ali Göçer’in yazıları ilginç başlıklar taşır. Bunlardan biri de “Kudüs’ü Düşünme Saati” ; değil saat, Kudüs’ü düşünmediği bir ânı bile yoktur Nuri Pakdil’in. O, evlerimizde birer Kudüs köşesi olmasını ister. Dolayısıyla o, Kudüs’ü inanmanın, onurun, dik duruşun, entelektüelliğin ve direnişin bir üssü olarak görür. Kudüs’ü savunmayı insanlığa girmekle eş değerde görür.
“İftar” başlıklı yazıda Ali Göçer 1 Temmuz 1982’de İlhami Çiçek’in, İzzet Türkmen’in, Mehmet Kelebek’in, Fuat Altınsoy’un, Yusuf Nili’nin, Ömer Erinç’in ve kendisinin katıldığı Nuri Pakdil’in evindeki iftar sofrasını anlatır:
“Menü: su, zeytin, mercimek çorbası, bir çay tabağının içinde bir tatlı kaşığı kadar tereyağı, bir çay tabağının içinde bir çorba kaşığı kadar bal, herkese iki ya da üç adet kepekli bisküvi.”
Bir başka ilginç anı da “Sükût Dünyanın En Uzun Cümlesi” başlıklı yazıdan: “16 -17 -18 Eylül 1982 yılı idi. İsrail Lübnan’ı işgal etmişti. İsrail ordusunun kuşatması ve gözetimi altında Lübnanlı Falanjistler Filistinli mültecilerin yaşadığı Sabra ve Şatilla kampına girmiş ve İsrail askerlerinin gözetimi altında tarihin en acımasız katliamlarından birini yapmıştı. (Tıpkı bugünkü gibi.) Üç binden fazla sivil, kadın, yaşlı ve çocuk acımasızca katledilmişti. (...) Nuri Abi konuşmuyordu. Gergindi. Buna yüzündeki o tarif edilmez acı ifadeden anlayabiliyorduk. Onun, Filistin halkına duyduğu sevgiyi biliyoruz. (...) İşte Nuri Pakdil o akşam dünyanın en uzun ama aynı zamanda en acı cümlesini okuyordu: SUSARAK.
Kıpırdasak ses çıkacak, kıpırdamıyoruz.
Öksürsek es çıkacak, öksürmüyoruz.
Bir saat geçti, pozisyonumuzu hiç bozmadan susuyoruz.
İki saat geçti susuyoruz.
Üç saat geçti susuyoruz.
Dört saat geçti susuyoruz.
Beş saat geçti susuyoruz.
Saat 24 suları Nuri Abi ayağa kalktı “Buyurun arkadaşlar” diyerek kapıya yöneldi.”
O, “Dilimin döndüğü kadar sustum” demez miydi zaten. Bu suskunluğun acı veren bir suskunluk olduğunu şu cümle nasıl da ele verir: “Suskunluğu, tırnaklarımın altında bir tahta kıymığı gibi taşıyorum.”
Nuri Pakdil, yazdıkları kadar susuşlarıyla da çok şey anlattı. Onun susuşlarını okumak, ona yakın olmakla mümkündür. Ali Göçer, ona yakın olmaktan payına düşeni anlatmış bu kitapta. Dolaysıyla, Ali Göçer’in kitabı beni Edebiyat’ın yayımlandığı yıllara götürdü. Neydi o yıllar demeden edemeyeceğim. Derin susuşların, derin öfkelerin, büyük coşkuların zirve yaptığı yıllar… Arkadaşlığın, dayanışmanın, birlikte yürümenin insana kazandırdığı asalet yılları.. Ne oldu o yıllara? Bu sorunun cevabını da yine “Çoban Yıldızı”nda bulabilirsiniz.