Geçtiğimiz yıllarda Peygamber’in Dâhi Torunu Şerif Muhiddin Targan ve Boğaziçi’nin Büyülü Sesi Denizkızı Eftalya gibi derinlikli müzik araştırmalarıyla karşımıza çıkan Bilen Işıktaş, son çalışması Erken Cumhuriyet’in Sesleri kitabıyla 1930’lar Türkiye’sinin müzik yaşamına ışık tutuyor. Dönemin saygın gazetecilerinden Ahmet Sırrı Uzelli’nin o yılların önde gelen ses ve saz sanatçılarıyla Vakit gazetesi için yaptığı söyleşilerden oluşan Kimlerdir, Ne Kazanırlar? tefrikası da Işıktaş tarafından bu kitap ile ilk kez gün yüzüne çıkarılıyor. Işıktaş, kitabın odağı olarak kullandığı bu tefrikadaki her söyleşiden sonra ilgili sanatçıya dair kaleme aldığı portrelerle zevkli bir musiki yolculuğu sunuyor. Bu yolculukta Safiye Ayla’dan Münir Nurettin Selçuk’a, Yesarî Asım’dan Denizkızı Eftalya ve Yorgo Bacanos’a kadar niceleri yer alıyor. “Müzisyen, gerek icracı-ses sanatçısı gerekse saz sanatçısı olsun; şöhret olmalarındaki en büyük etmenlerden biri okudukları, çaldıkları bestelerdir” ifadesinde bulunan Işıktaş; besteci, sazende ve hanende olarak üç saç ayağından oluşan yapıda en fazla kazananların daima hanendeler olduğunun altını çiziyor. Sadettin Kaynak’ın “Ben kendi hesabıma seneden 30- 40 eser çıkarmazsam hayatımı temin edemem” sözünü nakleden Işıktaş, “Bakın safi bir gerçeklik. Sabit gelirleri yok. Barınmak için, hayatını idame ettirmek için çok beste yapmaları gerekiyor. Bir başka örnek olarak İzmir’de Bestekâr Rakım Elkutlu’ya bakalım: Münir Bey eserini plağa ilk okuduğunda yüz lira, Elkutlu ise plak başına 6 kuruş alıyor” açıklamasını yapıyor. Neredeyse yüzyıl öncesinin müzik piyasası ve gündemine farklı yönleriyle bakan akademisyen ve müzisyen Bilen Işıktaş ile müziğin metalaşmasını etkileyen sosyal, kültürel, politik ve ekonomik etmenleri ele aldığı İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı Erken Cumhuriyet’in Sesleri vesilesiyle bir araya geldik.
Çalışmanızda 1930’lar Türkiye’sinde müziğin ekonomi-politiğini ele alıyorsunuz. Bu konu, üzerine çok çalışılan bir konu değil sanıyorum?
Müziğin gerek Osmanlı’nın son dönemi gerekse Cumhuriyet’in ilk dönemi tartışmaları içerisinde yer aldığı çok çalışma var. Ancak müziği bu denli müzisyenlerin gelirleri üzerinden, onların yaşama tutunma araçlarını yaratmaya çalıştıkları savunma mekanizmalarını ele alan, piyasa koşulları içerisinde hayatta kalma becerilerini nasıl geliştirebildiklerine yönelik bir çalışma yapılmamıştı. Erken Cumhuriyet’in Sesleri, böyle bir çalışmanın olması dolayısıyla Türk müziği tarihi ve müzik sosyolojisi içerisinde ilklerden biri. Kitabıma bu yönüyle “Müziğin ruhu ve maddesi” başlıklı sunuşuyla büyük bir katkı sundu değerli hocam Ali Ergur.
Kitabın merkezinde A. Sırrı Uzelli’nin 1932’nin sonlarında Vakit gazetesinde yayımladığı, Kimlerdir, Ne Kazanırlar? başlıklı söyleşilerden nasıl haberdar oldunuz?
Benim iki parçam/kimliğim var: Akademisyen ve sanatçı olarak. Sahnede ud çalıyorum ama aynı zamanda udun ardında yatan dünyayla da ilişkiliyim. Sesin ötesini arıyorum hep. Yazmak için okumak, müzik yapmak için de dinlemek gerekir. Kütüphanede, arşivde, müzayedelerde gezen, çalışan ve veriye ulaşmak için saatlerini, günlerini veren biriyim. Bu bakımdan birçok yerde müzisyenlerin izini sürerek âdeta ince bir dedektiflik göstererek önemli malumatlar edindim. Ve söylenmemişin peşinden giderek o ayrıntıları yakalamaya çalışıyorum. Teoride makamları, ses sistemlerini, seyir karakterlerini anlatıyoruz doğru ama o müzisyenlerin sahne ışıkları altında çektikleri acıyı ve geçim sıkıntısını çoğunlukla unutuyoruz. İTÜ’de konservatuvardan kıymetli hocam rahmetli İhsan Özgen, ömrünü sıkıntılarla geçirmiş figürlerin yaşamalarının sonunda üne kavuştuklarını, eserlerinin ölümlerinden sonra kıymetlendiğini belirtir ve “Yarattıkları eserlerin bedelini kendileri ödemiştir. Hem de yaşamları boyunca” derdi. Bir müzisyenin çalmak istemese de zorunda olması ve bunun kendisinde yarattığı psikolojik gerilimi bir kenara bırakıp stüdyoda duygularını plağa yansıtabilmesi hiç kolay değil. Ahmet Sırrı Uzelli’ye gelince onu bir gazeteci olarak tanıdım. Birçok söyleşi yapmış ve geride onlarca röportaj bırakarak 34 yaşında vefat etmiş. 88 yıl sonra Uzelli bu çalışmayla selamlandı. Ayrıca biyografisi de ilk kez genişçe burada yayınlandı. Hiç konuşulmayan bir gazeteciyi yeniden gündeme almış olduk.
1930’larda Uzelli, sanatçılara “Ne kazanırsınız” sorusunu rahatlıkla sorabiliyor, bunu neye bağlıyorsunuz?
Müzisyenlere “Kimlerdir ve ne kazanırlar?” sorusunu sormuş A. Sırrı Uzelli, bu sorular hakikaten de o dönemin politik bilincini yansıtması açısından önemli. Kitabımda röportajlara konuk olan sanatçılar dönemin en ünlüleri. İlk röportaj Safiye Ayla ile başlıyor. Diğer isimler de gerek plak ve gazinoyla gerekse radyo ile tanınan isimler. Röportajların magazinsel boyutu var ancak bu dönemde özellikle gazeteler açısından işin ticari yani tiraj boyutu da mevcut. Sadece magazinsel bilgi olarak değil de insanların kafalarında oluşan bir kurgu var. Hayal ve gerçek arasındaki engelin ortadan kaldırılmasına yönelik bu tür röportajların yapılması sanatçılara artık daha canlı, “bizlerden biri” olduğunu yansıtıyor. Röportajların aynı zamanda onlara prestij/saygınlık kazandırması da söz konusu. Ayrıca sosyal ve kültürel olarak bu gündemlerin arka arkaya gelişi okuyucuda merak uyandırıyor. Çünkü gündeminize aldığınız bir sanatçının kim olduğunu araştırmak ve onun ne kazandığını bilmek bu tür söyleşilerle biraz da mümkün. Tabii kazanç konusunda dikkat ederseniz bu sorunun yanıtını herkes vermiyor. Bazıları politik davranıyor. Çünkü kendi kazanç kategorilerinde bir hiyerarşi var ve o hiyerarşiyi bozmak istemiyorlar. Udî Yorgo Bacanos bunlardan birisi… Solistlere eşlik ediyor. İstihdam edilebilmesi ve o solistlerle çalışabilmesi için bazı kırmızı çizgileri de kontrolde tutması gerekiyor. Bir taraftan kimilerinin kazancı belli, kendilerine apartman bile yaptırabiliyorlar. Diğer taraftan da işin besteci yönüne baktığınızda çok zor durumdalar. Besteci ve solist arasında bir uçurum var. Aynı şekilde sazendeler de solistlere göre çok kazanamıyor.
Bu dönemde müzisyenlerin; sazende ve bestekârların ses sanatçılarının göre daha az kazanmaları, bestekârların telif ücretlerinden yoksun olmaları ve ‘piyasa müziği’ gibi pek çok sorunu olduğunu görüyoruz. Kimler, nelerden şikâyetçi?
Uzelli’nin söyleşilerinde bu şikâyetleri edenlerin çıkarımlarına baktığım zaman bana genel bir veri sağlayan şey; onların ekonomiyle kurdukları ilişkilerdi. Mesela Safiye Ayla Hanım kazancını hemen diğer memleketlerdeki sanatçılarla kıyaslıyor. Mısır’ı kastederek, “Asıl oraya bakın, orada kazanılanlarla bizim kıyasımız bile olmaz” diyor. Vedia Rıza Hanım iyi kazandığını söyleyenlerden. Aynı zamanda radyoda da hizmet ediyor. Radyoda az kazansa da bunu şerefli bir hizmet sayıyor. Vedia Rıza dönemindeki ender sanatçılardan bir tanesi çünkü Yunanistan ve Mısır’dan gelen konser tekliflerini reddediyor. “İstanbul’da konsere çıkmam. Benim işim radyo ve plaklar” diyor. Biraz daha ailesini merkeze alan bir sanatçı. Röportajlarında da eşinden, çocuklarından bahsediyor. Yani seçimini yapmış. Sonra Makbule Hanım var. O da yalnız radyoda söylüyor, plak dolduruyor. Aynı zamanda Onun beyanlarında dikkati çeken husus ise, “Keşke memleketimizde bir ses sigortası olsa ne güzel olacak” ifadesi. Çünkü sanatçıların birçoğu seslerini korumuyor. Kemençeci Aleko Bacanos ile ilgili anekdotlarda kardeşi Yorgo Bacanos’un başka bir röportajda söylediği bir şey var: “Ağabeyim ah çeke çeke öldü” diyor. Aleko Bacanos, hep bir kadrosu olsun istemiş radyoda. Oysa baktığınızda piyasa koşullarında Aleko ve Yorgo Bacanos iyi de kazanmış isimler. Ancak o zaman paranın kıymeti olsa bile tutamamışlar. Kemençeci Anastas’ın ise kadınlarla ilgili şikâyetleri var; “Kadınlar meselesi işi berbat ediyor” diyor. Aslında bunu söylerken cinsiyetçi bir tavrı yok. Anlatmaya çalıştığı şey yeni kadın solistlerin çoğunda musiki bilgisinin olmadığı ve usulsüz bir iki şarkı okuyarak yalnızca alkış topladıkları. Bir de kanto ile hafif müzik eserleri okuyarak para kazanarak üne kavuştuklarını söylüyor.
Hikmet Rıza Hanım, en büyük şikâyetinin piyasalaşma olduğunu belirtiyor. Musikinin meyhane ve konser musikisi olarak ikiye ayrılmasını istiyor. Asrî musiki ile fazla ilgilenmediğinin altını çiziyor ve sahnelerde çalışmak istemediğini söylüyor. Bilhassa içkisiz sanat muhitlerini öneriyor. Denizkızı Eftalya, en yüksek kaşe ile çalışanların başında geliyor. Önceki kitabımda Denizkızı Eftalya ve onun bohem hayatını anlatmıştım. Çok kazanıyor ancak kazancını tutmayı daha sonraları öğreniyor. Bu da eşi Kemanî Sadi Bey’in vasıtasıyla oluyor. O da kazancından memnun isimlerden. Diğerleri gibi pek söylemese bile plaklardan satış geliri var, hisse de alıyor. Kendisi de kadın okuyuculardan şikâyet ediyor. “Kadınların okuyuculuktan menedilmesine şiddetle taraftarım” diyor. Aslında bu bir ikilem gibi gözükse de Denizkızı, bu işi yapanların büyük emekler vererek sahnede olmasını istiyor. Lavtacı Ovrik de kırk iki senelik sanat hayatı olan bir müzisyen. Hafızası, müzik dağarı mühim. Bir önceki nesilde yer alan eserleri o güne aktarılmasını sağlayanlardan. İki dönem kıyası yapıyor: Saltanat ve Cumhuriyet. Sonra “İyi kazanırdık, iyi de yerdik” diyor. Sonlara doğru Neyzen İhsan Bey var. O da yan yana iki kişinin buluşmasının yasak olduğu bir dönemden bahsediyor. Biraz fazla mutaassıp olduğunu ifade ediyor. Son olarak da en kıdemli sanatçılardan Kantocu Şamram Hanım var. 1915 olaylarına, yaşadıkları zorluklara ekonomik ve siyasi olarak göndermeler yapıyor. Geçinmek için kantoya başlıyor.
Dönemin bir diğer kilit konusu; musiki inkılabı. Musiki de ciddi bir inkılap yapılmak isteniyor ancak hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşmiyor. Baktığımız zaman inkılapların öncüsü Atatürk’ün sevdiği şarkılar hep bizim musikimize ait. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Devrimi iktisatta, siyasette bütüncül olarak düşünmek lazım. Çankaya’da Falih Rıfkı Atay, “Atatürk’ün sevdiği musiki alaturka, inandığı garp musikisiydi” diyor. Milliyetçilik çağında -bilhassa 20. yüzyılın başlarında- sadece kendi öz kültür ve ananemize ait şeylerin, Anadolu’ya bağlı olması, yerel unsur içermesi koşulunu sunuyorlar. Yani millî kimlik yaratma gayesiyle geçmişle o anın arasına bir şey koymak lazım diye düşünüyorlar. Bu bakımdan da Bizans’ı, Acem’i ve Arapları kastederek “Düm tek” musikisi, bizden değil çıkarımını yapıyorlar. Halk müziğinden melodi toplar ve Batı müziğiyle armonize edersek hem millî, hem de Avrupai bir musikiye kavuşuruz inancında Ziya Gökalp ve çevresi. İnkılaplarda bu ara geçişleri çok iyi kurmak, tahlil etmek gerekiyor. Bu süreci bir kesinti yerine bir süreklilik olgusu üzerinden okumalı. Bir yüz yıl önce de kesintiye uğrayan şeyler vardı, mehter gibi. Bu sürekliliğin içerisinde alaturkanın 1926’da eğitimin içerisinden çıkarılmaması mı daha iyi olmaz mıydı? Evet. Hangi zihniyet olursa olsun yasaklara karşıyız. Türk müziğiyle ilgili yasaklamanın olmaması lazımdı şüphesiz. Ama istenen, yapılmaya başlanan ve Rusya, Bulgaristan gibi ülkelerin de hareketlilik sahasında bulunan operanın ülkeye gelişi sadece 1923 ve sonrasında olmadı. III. Selim’le başlayan yepyeni bir dönem var. Bu hareketliliği bütüncül bir şekilde görürsek süreçten yara almadan çıkarız. Yoksa hep aynı terane hep aynı tartışma. Bitmeyen bu meseleyi bizler de hocam, ağabeyim Namık Sinan Turan ile uzun yıllardır tarihsel bir yöntembilim üzerinden değerlendiriyoruz.
Tüm bu sanatçılar içerisinde dönemin en çok kazanan solisti Münir Nurettin. Kendisinin muadil isimler arasında bu denli sıyrılmasının sebebi nedir?
Münir Nurettin bir milat. 1925- 26 yıllarından başlayan konser hayatı, 1930’lu yıllarda bambaşka bir yere geliyor. 22 Şubat 1930’da Fransız Tiyatrosu’nda verdiği konserde -Avrupa’daki solistlik modasını takip ettiğini belli ettiği anlaşılan- şık bir frak giyiyor yani sunum biçimi, repertuvarı, içerik ve üslubuyla önceki yüzyıldan bağımsız bir şekilde hareket ediyor. Yeni şeyler söylemeye başladığını ilan ediyor ve “konser hayatı benimle başlıyor” diyor. Yine röportajda “Öyle bir program hazırlayacaksınız ki, her sınıf halkı memnun edebilsin” ifadesi çok önemli bir alt metne sahip. Herkesin beğenisine göre konser repertuvarını hazırlamış. Dede Efendi’nin, Rahmi Bey’in eserleri de var halk türküleri de… Bu konser epey ses getiriyor ve geniş kitlelere yayılıyor. Seçtiği eserler ve sunum biçimi halkın konser kültür ve bilincinin gelişmesine katkı sağlıyor.
Söyleşilere ek kaleme aldığınız biyografiler de oldukça derinlikli bilgiler içeriyor. Detaylı biyografileri oluştururken hangi kaynaklardan faydalandınız?
Kitapta Tanburî Cemil Bey’in çektiği yokluk günlerinde peynir ekmeğe alıştığı için misafirliklerde yağlı yemek ikramlarının midesini rahatsız ettiğini ifade ettiği bir anekdot var. Cemil Bey’in bu anısı Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi’nde Şerif Muhiddin Koleksiyonu’na ait bir veriydi. Aleko Bacanos hakkında ilginç bilgilerse Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’ni incelerken buldum. Hattâ orada enteresan bir öge daha vardı: “Keşke Yorgo Bacanos da kendisine iletmiş olduğumuz dönüşü bizlere sağlasaydı buraya daha fazla bilgi sunardık.” İstanbul Ansiklopedisi’ni detaylıca karıştırmasaydım böyle bilgileri bulamazdım. İnanır mısınız bu çalışmamda kullanamadığım çok bilgi var. Çünkü sevgili editörüm Kıvanç Koçak’la tüm portreleri dengeli bir şekilde ele almayı kararlaştırdık. Safiye Ayla, Şerif Muhiddin’in eşiydi. Hafif bir tebessüm yaratayım. Çok sevdiğim Targan’ları aile üyelerim gibi benimseyip, Şerif Muhiddin’i dedem, Safiye Ayla’yı ise büyükannem gibi görsem de onlara iltimas etmedim. Latife bir yana Safiye Hanım’a yeniden bir kitap yazabilecek kadar bilgi var elimde. Literatürde Lavtacı Ovrik, Kemençeci Anastas ya da Vedia Rıza’yla ilgili kaleme alınan yüzlerce sayfamız yok. Lavtacı Ovrik’le ilgili inanılmaz kaynak taradım ama ancak bu kadar bilgiye ulaşabildim. Hâlen elimde yazılmayı bekleyen pek çok mevcut tefrika var. Dolayısıyla da bu yolda olanlar için tesadüfi bir şey değil. Siz yola çıkın, yol size görünür.
Yapay zekâ telif hakkına giriyor