Bir buçuk milyon kareyi aşan arşivi ile Türkiye fotoğraf tarihinin en önemli isimlerinden İzzet Keribar, dünyanın dört bir yanından ve tabi ki İstanbul’dan yakaladığı eşsiz kareleriyle İstanbul Modern’de ağırlanıyor. “Renklerin Yolculuğu” başlığıyla ziyarete açılan sergi, Keribar arşivinden aşinalık kazandığımız fotoğrafların yanı sıra hiç görülmemiş karelerini de bizlerle buluşturuyor. Altı bölümden oluşan serginin ilk bölümü, sanatçının 1950’lerde İstanbul’un hızla değişmekte olan sokak hayatını ve Güney Kore’nin kent ve kırsalını belgelediği çalışmalarına yer veriyor. İkinci bölümde, Keribar’ın 1980’lerden itibaren İstanbul’un farklı semtlerindeki günlük hayatı kayıt altına aldığı yapıtlarını bir araya getiriliyor. Serginin üçüncü ve dördüncü bölümleri, Keribar’ın çoğunlukla kullandığı doğal ışık ve renkler aracılığıyla “sıradan”ı “sıra dışı” hale getirdiği, Türkiye ve dünyanın farklı noktalarına yaptığı seyahatlerde ürettiği doğa ve kent manzaralarını konu ediniyor. Beşinci bölüm, sanatçının dünyanın çeşitli yerlerinde çektiği portreleri izleyicilere sunarken, son bölüm ise sanatçının yarı-soyut fotoğraflarına odaklanıyor. “Fotoğraf bir anı dondurmak, belki ölümsüz kılmak demek. Burada bitiyor mu? Hayır. Ayrıca sizinle beraber orada olmayan kişiye de bir şeyler hissettirmesi gerekiyor” ifadesinde bulunan usta fotoğrafçı İzzet Keribar, “Fotoğrafın insanı düşündürmesi için öykü anlatması lazım. Ben fotoğrafın öykü anlatabilecek kadar güçlü olmasını istiyorum” diyor.
İlk fotoğraflarını 1950’li yılların İstanbul’unda çekmeye başlayan Keribar, ilk makinesinin hikâyesini, “1952 yılında ben 10. sınıftayken ağabeyim Leica marka fotoğraf makinesiyle harıl harıl fotoğraf çekiyor. Ben de ‘Benim neden Leica’m yok’ diye kıskanıyordum. Okulu iftiharla bitirince babam, ‘Sana da artık bir Leica alalım’ dedi ve yurt dışına çıkan birisiyle sipariş verdi. Leica’m gelmeden çekmecesi hazırdı. Ama geldiğinde de onu çekmeceye koymak yerine yanımda yatırıyordum. Sabah uyandığımda yanımda ilk onu göreyim diye. Hakikâten ilk göz ağrımdı” sözleriyle anlatıyor. Bu tutkuda kendisine rehberlik edenin ise ağabeyi Leon Keribar olduğunu söylüyor. “Ağabeyim mükemmel bir insandı. İkinci bir baba gibiydi. Her şeyi bilirdi. Çok kitap okur, resim yapardı. Sadece kendini değil, kardeşini de hep düşünürdü” diyen Keribar’ın ağabeyi bir baba gibi kendisini yetiştirmiş. Keribar, “Hem İngilizce öğretmeye başladı hem İstanbul’u gezdirdi. Ağabeyim bana İstanbul’u ve İstanbul’u sevmeyi öğretti. Ki bu sevgi o günden bu güne devam ediyor. O günden beri ağabeyimin gösterdiği yoldan devam ettim” diyor.
Fotoğraf aşkıyla çok ülke gezdiğini söyleyen Keribar, askerlik için Kore’ye gidişinin de yine bu sebeple olduğunu açıklıyor. Keribar, oradaki fotoğraf serüvenini, “Kore’ye savaş için değil, ‘İnşallah savaş olmaz’ diyerek memleket görmek için gitmiştim. Kore’de subay olarak 25 dolar aylığımız vardı. Arada 10 dolar da içmediğimiz sigaraları satma hakkımız. Bazen ailem bir zarfın içinde karbon kağıda sarılı 50 dolar gönderirdi. Ama o nadiren elimize geçerdi. O nedenle çok az film alırdık. Deklanşöre basmaktan korktuğumuzu söyleyebilirim” diyerek anlatıyor. Türkiye’ye döndükten sonra evlilik ve aile hayatının getirdiği sorumluluklar ile fotoğraf, Keribar’ın hayatında bir süre arka planda kalıyor. Tutkulu fotoğraf gezileri yerini bir eş ve baba olmanın mesailerine bırakıyor. Uzun yıllar tekstil sektöründe işlerini yürütüyor. Fotoğrafı yeniden keşfi ise bir Amerika seyahatı dönüşünde oluyor. Keribar bir daha ayrılmayacakları bu buluşmayı “Amerika’dan dönerken Amsterdam’da bir durak vardı. Orada oğlumla gezerken, fotoğraf makinelerine baktık. ‘Benim dönemimden sonra ne kadar değişmiş, Leica’lara hiç benzemiyor’ diye düşündüm. Oğluma bir tane makine aldım. O bir iki kere çekti sonra kenara bıraktı. Ben aldım. Bir kez çektikten sonra bir daha da bırakamadım. Hemen gidip kendime yeni bir makine aldım. 45 senedir hiç durmadan çekiyorum” diyerek anlatıyor.
Keribar, makineyi yeniden eline aldığında ilk yaptığı İFSAK’a üye olmak olmuş. “İFSAK’a geldiğimde kendimi fotoğrafçı sanıyordum. Meğer değilmişim. Fotoğrafı ben İFSAK’a girdikten sonra öğrendim. Belki yeteneğim vardı fakat benim asıl dersim orada oldu” diyen Keribar, önce haftalık sonra aylık yarışmalar en sonunda ulusal yarışmalara katılıyor. Yine 1984’te İFSAK üyesi altı kişi Nevzat Çakır, Bülent Özgören, Mehmet Kısmet, İlyas Göçmen ve Yusuf Tuvi ile bir araya gelerek FOG fotoğraf grubunu kuruyor. Keribar, FOG grubunun kuruluşunu şöyle anlatıyor: “Ne yazık ki artık aramızda olmayan Nevzat Çakır’ı gıyaben tanır ve işlerini beğenirdim. Bir gün İFSAK’ta karşılaştık, beni akşam muayenehanesine davet etti. Bir akşam, iki akşam derken artık her akşam iş çıkışında ona uğrar, fotoğraf konuşur olduk. Sonra bir gün Nevzat Çakır bir grup kuralım dedi. Ne yapalım fikri de benden çıktı, ‘Gelin Kazlıçeşme’de fotoğraf çekelim” dedim. İlk işimiz bu oldu.’” O zamanlar kendisini amatör bir fotoğrafçı olarak tanımlayan Keribar, 1987’de kayınpederinin vefatı ile onun da işlerini de devralıyor. 1997’ye kadar bu mesleği sürdürüyor. 1997’de tekstil işleri tüm Türkiye’de bozulmaya başlayınca “Zamanında ayrılmayı bildim” diyerek işleri bırakıyor. “60 yaşındayken, ‘Bundan sonra fotoğraf çekmekten başka hiçbir şey yapmayacağım’ diyerek işlere son verdim. 1997’den beri sadece fotoğrafçı olarak devam ediyorum” diyen Keribar, bu kararında her zaman eşinin destekçisi olduğunu da belirtiyor: “Bunu her zaman söylerim; eşim beni idare etti. Eşim büyük bir olgunluk göstererek, bu iş ile belki gelecek yıllarımızın daha parlak geçeceğini düşünerek, bana izin verdi. Çok da iyi oldu. Fotoğrafçılık sayesinde çok renkli bir hayatımız oldu.”
Fotoğrafçılığa başladığı ilk yıllarda ne yazık ki “bugün çekilmesi mümkün olmayan” şeklinde tanımladığı pek çok yer ve anı çektiğini ifade eden Keribar, “bugün çekilmesi mümkün olmayan” cümlesini bizim için açıklıyor: “Ben 16 yaşındayken İstanbul’u çektiğimde ne görüyordum? Buharlı gemileri, at arabalarını görüyordum… Maalesef bugünkü kadar temiz olmayan sokakları, her tarafı yıkılmış tarihi eserleri, görüyordum. Emin olun çok vardı. Şimdi pırıl pırıl camileri görüyoruz, hep böyleydi sanıyoruz. Benim dönemimde 50’li yıllarda hiç de öyle değildi. Yine de şimdi o günleri ne kadar özlüyorum biliyor musunuz? O günlerde İstanbul’un bu kadar değişeceğini hiç düşünemedik. Sanki hep atlı arabalar devam edecek, sanki işportacılar, küfeli çocuklar devam edecek sanıyorduk. Bugün bunların hiçbiri yok. Ara Güler’in siyah beyaz dönemini görmüş ve hâlâ hayatta olan biri olarak İstanbul’u yeterince belgeleyememiş olmamı şimdilerde büyük bir eksiklik olarak görüyorum.” Bugün bir buçuk milyonu aşan fotoğraftan oluşan arşivindeki en değerli karelerinin 1950’lerin İstanbul’una ait olduğunu söyleyen Keribar, “O zamanlar ağabeyimle iki yıl çalıştık topu topu 200-300 fotoğraf kaldı” diyor ve ekliyor: “Ama ben bu hatayı bir daha yapmadım. 1980’den sonra İstanbul çok hızlı değişmeye başladı, fırsat buldukça hâlâ dalıyorum İstanbul’a. Bir gün biri diyecek ki, ‘Adam ne güzel fotoğraflar çekmiş. İstanbul, ne kadar değişmiş!’ Bugünkü İstanbul’da 50 sene sonra asla bugüne benzemeyecek.”
İzzet Keribar tarzını oluşturan en önemli unsurlardan biri renk ve renklerin birbiriyle olan ilişkisi. Kehribar, bu ilişkiyi “Ben bir fotoğrafı çekmeden önce o renk, beni kendine çekiyor. Benim için kırmızıyı çok sever derler, öyle bir takıntım yok aslında belki farkında olmadan seçiyorum. Gri ton üzerinde bir tek kırmızı olması hemen fotoğrafa can veriyor” sözleriyle anlatıyor. Bulutlara takıntılı olduğunun ise doğru olduğunu itiraf eden Keribar, “Bulutların istediğim konuma gelmelerini beklerim. Bu konuda çok sabırlıyım. Sabır fotoğrafçılıkta gereken bir kriter” diyor. Kore’de siyah-beyaz ve Kodachrome çektiğini, 1980’lerden itibaren ise hep dia kullandığını ifade eden Keribar, “2002’den sonra dijitaller geldi. Hep makinelerimi değiştirdim. Giderek yükselen pixellerle bugünlere geldik” diyor. Kendisi için 2015’ten sonra dijital fotoğrafçılık olayının tamamen değiştiğine dikkat çeken Keribar, “Bir de photoshop çıktı. Artık fotoğraflarınızı herhangi bir yerde kullanmak için o tezgahtan geçmesi gerekiyor. Ama son zamanlarda hepimize tokat gibi vuran bir başka olay: yapay zekâ. Benim sergideki tüm fotoğraflarım gerçek ama bundan sonra neler olur kestiremiyorum. Benden sonrası tufan” açıklamasını yapıyor.
Kore benim için bir yaşam dersi oldu” ifadesinde bulunan Keribar, “Benden başka 29 tane daha tercüman vardı ama ben orada fotoğrafçılığım sayesinde el üzerinde tutulan biri oldum” diyor. Kore’de başına gelen ve kendine ders çıkardığı bir olayı ise şöyle anlatıyor: “Bir gün binbaşı beni çağırdı, ‘İzzet gel, satranç oynayacağız’ dedi. İyi satrançıydı, on kere oynasak dokuzunda o yenerdi ama birinde ben kazanırdım. Bu bir samimiyet geliştirmemizi sağladı. Herkesin dilinde gözünde Japonya vardı. Derken bir Japonya ziyareti fırsatı çıktı, gittik. Yanımıza gerekir diye sivil kıyafetler de almıştık. Sabah olur olmaz ben hemen üzerimi değiştirip otelin kapısından fırladım. Binbaşı nereye diye sordu. ‘Japonya’yı keşfetmeye gidiyorum binbaşım’ dedim. ‘Hayır, sen tercümansın benimle alışverişe geleceksin’ dedi. ‘Kusura bakmayın ama ben şimdi izindeyim’ dedim. Ne büyük hata! Hiçbir şey demedi binbaşı ve Kore’ye geldik. Günün birinde bir Amerikan bizim kampa geldi. Önce İstiklal Marşı sonra Amerikan milli marşı çaldı. Ben de tugayın fotoğrafçısıyım ya İstiklal Marşı çalarken fotoğraf çektim. Binbaşı beni mahkemeye verdi. İki gün bu krizle geçti. Sonra Kurmay başkanımız, binbaşıyla konuştu neyseki bir sorun çıkmadı. Ama bir daha da satranç oynamadık. Bu da benim için unutulmaz bir ders oldu.”
Bugüne kadar 84 ülke gezen Keribar, seyahat fotoğrafçılığını zamanla öğrendiğini söylüyor. “Biz 1980’lerden sonra fotoğraf amacıyla gezmeye başladık. O zaman gideceğimiz yerlerle ilgili kitaplar alıyorduk. Ansiklopediye bakıyorduk, şanslıysak National Geographic’te görebilirdik” diyor. Bir başka bilgi alma yöntemi de gittikleri otellerdeki kartpostallarmış. Keribar, kartpostallara bakarak belirledikleri bir çekim macerasını bizimle paylaşıyor: “Yusuf Tuvi ile birlikte 1980’lerde safariye gittik. Fotoğraf çekmek için otellerdeki kartpostallara bakıyorduk. Kumaş satılan çok renkli bir pazar resmi gördük. Bize oranın Afrika olduğunu söylediler ama biz zaten Afrika’daydık. Meğer Avrupalıların gitmediği Afrika’yı kastediyorlarmış. Taksiciye kartpostalı gösterdik. O bölgede başka taksilerin çalıştığını ama çok gitmek istiyorsak bizi yakınına bırakabileceğini söyledi. Hakikâten bizi sınırda bıraktı. Biz fotoğraf çekerek yürümeye başladık. Birden kafamda bir şey hissettim. Minik bir taş. Derken minik taşlar büyüdü ve bizi kovalamaya başladılar. Ben boynumda üç makina asılı bir şekilde koşmaya başladım. Tam Indiana Jones filmi oldu. Hayatımızda ilk defa gittiğimiz bir yerde kovalanıyoruz. Derken bir kapı açıldı bir el bizi çekti içeri. Kovalayanlar bizi görmedi, devam ettiler.Hayatımda fotoğraf uğruna geçirdiğim en tehlikeli macera bu oldu.”
“Bir Yokmuş”la Bitmeyen Masallar