“İzmir’in kavakları/dökülür yaprakları…” türküsü eşliğinde Alsancak’tan Çankaya’ya doğru yürüyorum.
Türküler bazen kendiliğinden eşlik eder yalnızlığıma. Çocukluğumun, tütün tarlalarında geçen mevsimlerimin, çobanlık zamanlarımın en samimi dostları… Bazen bir poyraz bazen de hafif bir meltem havasına kaptırır ve alır götürür sahil boyunca martıların kanatlarında beni.
Şehir üzerime doğru geldikçe kendime yer açacak, soluklanacağım cümleler arıyorum.
Adımlarımı bazen sıklaştırıyor, hatta koşuyor bazen de ağır aksak, uykulu bir ruh haliyle yürüyorum.
Devasa binaların ortasında sıkışmış küçük ancak albenili, asırlardan haber getiren kutsi birer hazine değerindeki binaların çekiciliği yürüyüşümü yavaşlatmama engel oluyor. Bilakis her adımda yere daha kavi basıyorum.
Mahmurluğum uçuyor, meltemin sesi ve gök mavisi deniz yönünden gelen martıların sesiyle açılıyorum.
Gelip geçenlerin ve üstelik tanıdık dost seslerini duysam ve ihtimal ki dikkatsizliğimle onları incitmiş olsam da gözlüklerimin arkasına sığınıp yürümeye devam ediyorum!
Her zaman olduğu gibi Çankaya’daki sahaflara uğramak niyetiyle istemsizce yönümü o tarafa çeviriyorum.
Aklımda yeni cümlelerimde sizlere anlatacağım hikâyem...
Yeni Asır Gazetesinin önünde geldiğimde “Merhaba!” hitabıyla irkiliyorum. Kaçıncı kez söylendiğinin ayrımında değilim. Zihnim uyanıyor. Sersemliklerim siliniyor. Denizin mavisi, martıların sesini daha bir net duyabiliyorum.
“Merhaba!”
Göz kapaklarımı açmakta zorlansam da sıcak ve samimi bir dostun içten merhabasıyla uyanmak, hayata geri dönmek kadar güzel…
Aynı samimiyet ve dostlukla merhabaya cevap veriyorum. Sesimi duyduğundan emin değilim!
Kendimin dahi duymakta zorlandığım iç sesimi duymuş olmalı ki merhabanın sahibi konuşmaya devam ediyor.
Asırların rengine boyanmış, sararmış bir hatırayı canlandıran zihnimdeki fotoğraflara dönüyorum.
Kırk yıllık bir dostun fotoğraf karesinden seslenir gibi geliyor o sıcak merhaba…
Elimi sıkışı, konuşmasındaki samimiyeti ve fotoğraf karesine sığdırmaya çalıştığımız kırk yılın anıları…
Elimi sıkan, samimi cümlelerin, merhabanın sahibini nereden düştü yoluma.
Sorsalar belki dolaştığım yerleri, sokak ve caddeleri anlatacak takatim yok. Gözlüğün arkasından baktığım dünyama saklanarak karşılıyorum İzmir’in sokaklarını.İstem dışı dolaşıyorum.
Bilinçaltıma sığınıp adımlarımın uzunluğundan medet umarak yürüyorum.
Aklımı, gözlerimi gizleyip yorgun zihnin peşinden giderken dostların merhabalarına verecek cevabım hazır değil! Cebimdeki kelimeleri meltemin anavatanına ödünç verip onlardan yeni sözcükler, cümleler ödünç alıyorum. —Nasılsın? —Teşekkür ederim.
Sesim cılız, sesim yapmacık. —Meltem dolu yazılarınız devam edin lütfen! -Teşekkür ederim.
Evet, evet bu o ses…
Tanıyorum bu sesi. Ancak müşahhas değil. Ete kemiğe bürünüp bir bedene sığınan bu sesin sahibi yoksa ben miyim? -Çok yorgunum. Kusura bakmayın! -Önemi yok. Hangimiz değil ki. Bu sesin kendi sesim olmadığını iddia edemem. Zira sesim bana ne derse, nereye götürürse oraya gidiyor ve dediklerinin aynısını yapıyorum! Unutkanlığın bu kadarına pes doğrusu!
Ancak hayır hayır mutlaka tanıyorum bu sesi. Bana göre boyu kısa ve saçları gümrah belki ama tavırları, konuşması, benimle nasıl konuşacağını bilmesi!Şaşılacak şey!
Sesimin sesi mi diye irkiliyorum bir an. Yine de ayrılırken tokalaşmayı ihmal etmiyoruz.
Dönüp arkama bakıyorum! Gerçekle kendi yarattığım ses arasında kaldığım ikircikli halimi yadırgamadan bakıyorum!
Ancak görünürlerde yok! Nereye gittiği, hangi sokağa girdiği meçhul.
Gerisin geri limana dönüyorum. Martılar karşılıyor rüzgârın şiddetini.
Yeni sesler, renkler ve cümleler derlemeliyim. Sesim bana yetmiyor.
Gözlüğü çıkarıp saçlarımı Ege türkülerinin ahengine bırakıyorum.
Ilık ılık çiseleyen yağmur damlaları ıslatıyor bedenimi ve ben sesimi aramaya devam ediyorum!
Dilimde aynı türkü “ İzmir’in kavakları dökülür yaprakları, bize de derler Çakıcı yakarız konakları…”