Ahsen İlhan - Sanat Tarihçisi - Yazar
Peygamber Efendimiz (sav) utanmanın, imanın dallarından biri olduğunu buyurmuştur. Buhari’den nakledilen bir Hadis-i Şerif’te de yine bu manaya dikkat çekmekte “Hayâ imandadır.” diye buyurmaktadır. Utanma, ar ve hayâ… Müminin hayatındaki kıymeti, imanın kalpteki derinliği ile takdir edilebilir. Neml Suresi 54. ayette Lût Peygamber’in kavmine şöyle seslendiği bildirilir: “Göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapacak mısınız?”
Utanma duygusu farazi bir mefhum değil, tıpkı elementler gibi çıplak gözle tespit edilemeyen ama hacmince mizaca biçim veren bir madde gibidir. Vücut için oksijen ne ise varlık için de hayâ odur. Tıpkı damarlarda ve tüm organlarda canlılığı sağlayan oksijen gibi hayatî bir fehamete sahiptir ve yokluğu da aynı nispette marazlıdır. Öyleyse utanç, sonradan kazanılan ya da iradenin katkısı olmadan kaybedilen bir mefhum değil, tıpkı soluk alıp vermek kadar mihaniki bir hadisedir. Oksijen azaldıkça bilincin kabiliyeti azalmakta, solunum bozulmakta başta kalp ve beyin gibi çeşitli organlar ve hatta cildin rengi bile oksijen azlığında hasara uğramaktadır. Hayânın azalması da bu tanzir ile izah edilirse; gitgide, var olan müspet duygular yitirilmekte, hem nefsin kendini bozan bir yozlaşma bu kaybedilmiş alanları işgal etmekte hem de bu yoz nefsin davranış formunda hüsran tesirleri tespit edilmektedir.
Şimdilerde utanç duygusu, yerini usulca kıvanç ihtisasına bırakmış görünüyor. Özde utancı tetiklemesi gereken birtakım marazlı davranışlar, hayâ azlığına maruz kalmış bilincin bulanıklaşması sebebiyle kişide övünme, gurur gibi bir donanıma ekleniyor. Bu eklentiler son derece sahte ve kıymetsiz fakat utanılacak yerde kendini kıvançla ifade edenlerin toplumda da takdir toplaması, bu sahteliği sanal gerçeklik duygusuna transfer ediyor. Utanmanın utanç sebebi sayıldığı, arsızlığın takdire şayan bulunduğu, hudutsuzluğun ‘bireysellik ve özgürlük’ suyuna batırıldığı, aidiyetsizliğin özgüven kılığında pompalandığı bu bataklığı dizayn edenler, bilhassa Doğu toplumlarını bu bataklığın rengine boyamanın gayretindeler. Zira biz birer birer renkleri kaybederken birileri de geleceğimizi bu bataklıktan yansıyan ışığa odaklamış görünüyor.
Evet, renkleri yitirdik. Utanç duygusunu yitirdiğimizden beri toprak rengini kaybettik. Çünkü toprak, tevazuun, kulluğun, sadeliğin ve tövbenin rengidir. Toprağa bakabilmek benliğin şaha kalkmış azgınlığını dindirir. Nerede ve ne için var olduğunu, fâniliğini, özünü hatırlatır insana. Sabrı, nedameti ve ar duygusunu besler toprak. Sonra maviyi de kaybettik. Mavi el değmemiş bir temizliği, semavatın sonsuzluğunu, Yaradan kudretin hükûmetinde var olduğumuz gerçeğini ezberletir. Yeşili tümden kaybettik. Tevhidin, huzurun, tabiatın, cennetin ve ibadetin tınısıdır yeşil. Kırmızıyı da yitirilmiş renkler arasında tespit etmek ne hazin ki kızarmayan yüzler, utancın erdemini de hafızanın ardiyesinde unutmuş görünüyor. Tüm bunlar utanmamız gereken mevzilere övüncü ve kıvancı ikame ettiğimizden beri birer birer kaybedildi. Bütün renkler, anlamlarıyla terk etti bizi. Çünkü utanç, göze renk duyumunu veren ışıktır. Tüm anlamlar bu ışıkla ancak öz rengini yansıtabilir. Utancı kaybedenin karanlığı, tüm renkleri de berbat eder.
Şimdi bu ışıksız ve oksijensiz hâlimizle değerlerin altını nasıl oyduğumuza ve anlamları nasıl yoz ve biçimsiz bir şekle soktuğumuza bakalım. Çünkü artık kabalığı dobralık, cimriliği tasarruf, ahlâkın hudutlarını aşmayı özgürlük, tembelliği ve vurdumduymazlığı tercih, kibri özgüven, ırkçılığı milliyetçilik, dedikoduyu analiz, küfrü açık sözlülük, vefasızlığı mesafe gibi lügatlerle bezedik. Artık bütün insanî formlar, yeni kalıplara döküldü. Ortalığa sınırı belirsiz biçimler salındı. Bu (en hafif tabirle) amorf insan modeli, ışıklı levhalarda lanse ediliyor. İşte tam burada rikkate ve rafine bir perspektife ihtiyaç var. Davranışlar ve onlara verilen şatafatlı isim ve sıfatlar, şeytanî ayak oyunlarından ibaret. Bir davranışın utanca mı kıvanca mı layık olduğunun ölçümü ancak Allah katındaki değerine nazarla belirlenebilir. Zira, utanmayan insanın fenalıkta sınır tanımayacağı hakikati üzerinden gidersek; utancı kaybettikçe güvenli bir yaşam alanı bulmamız da mümkünsüz görünüyor. Zira Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “İnsanlık, ilk günden beri bütün peygamberlerin üzerinde ittifak ettikleri bir söz bilir: Şayet utanmıyorsan, dilediğini yap!”