Devam...
VATAN NEDİR BİLİR MİSİNİZ?
30 Ağustos 1922 de kazanılan büyük zafer sonrasında, 29 Ekim 1923 de Cumhuriyet Türkiye’si ile taçlanan bu toprakların insanı; sadece savaşta değil, savaş sonrasında her alanda, tarımda, sanayide, üretimde, ihracatta, eğitimde, bilimde, ilimde, sanatta kısacası her alanda büyük bir başarı öyküsü yaratmamış mıydı?
Hem de sadece kendi öz kaynaklarımızla, çalışma azmimiz ve kendi yaratıcı gücümüzle.
Ama işte ne olduysa 2000’li yılların başlamasıyla oldu!
Milenyumlu yılların küresel güçleriyle gelen yabancı sermaye şirketleri; ülkemizin o kendine has insani değerlerini, doğanın ve yaşamın o doyum olmaz güzelliklerini; emperyalizmin o acımasız dişlileriyle sanki yavaş, yavaş öğütmeye, yok etmeye başlayacaktı!
Bu kadar kolay mıydı bu değişim?
Görünen o ki! Emperyalizmin, vahşi kapitalizmin doymaz iştahı; ülkemin vatan topraklarımızdaki doğal kaynakları, yeraltı zenginlikleri, her dönemde bu açgözlü sermayenin ilgisini çekmiş. Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip canım ülkemi, o kendine has hedef tahtasına oturtmuştu!
Zaten ülkemiz; 90’lı yılların sonunda başlayan ekonomik krizler nedeniyle, oldukça kritik bir süreç yaşamaya başlamıştı! Böylesi bir süreci hiç de hak etmeyen Türkiye, bu krizler girdabına; tabii ki, o dönemde iktidarda olan koalisyon hükümetlerinin başarısız uygulamaları nedeniyle girmişti. Yaşanan bu sıkıntılı sürece bir de 1999 Gölcük ve Düzce depremleri eklenince; ülkemizin ekonomisi allak bullak olmuş, adeta yıkımın eşiğine gelmişti!
1999 depremlerin ülke sanayisinin can damarı olan Marmara Bölgesinde yarattığı büyük hasar ve bu hasarın ülke ekonomisine yansıması:
Türkiye; yetişmiş elemanın yanı sıra depremde kaybedilen konut, ticari ve sınai yapı, yol, otoyol, köprü, diğer alt yapı, ulaşım aracı, makine-teçhizatın uğradığı hasar, sanayi maddeleri üretiminin durması gibi yan maliyetlerle beraber 13 milyar dolarlık bir kayba uğramıştır.
2000’li yıllara Türkiye; ekonomik yönden böylesine kötü bir tabloyla girmiş, 2000 yılının Aralık ayında gecelik faiz oranı %183’e kadar çıkmış; enflasyon oranı %70’e ulaşmıştı.
19 Şubat 2001’de ülkemizde yaşanan beklenmedik bir siyasi kriz,( Bk. 10’ların İzleriyle Türkiye, Sayfa: 279 – 282) Başbakan Ecevit’in devlet yönetiminde kriz var açıklaması; mali piyasalarda panikle başlayan büyük bir finansal kriz yaratmıştı.
Ülke ekonomimizde yaşanan bu kritik süreci önlemek adına Merkez bankası; 5 milyar dolarlık döviz satışı yapmak zorunda kaldı. Bunun yanı sıra yapılan örtülü kur ayarlaması (devali- asyon) sonucunda TL’nin değeri %40 civarında düştü. Devletimizin borcu ise; 26 katrilyon arttı!
Mayıs 2001’de Kemal Derviş’in, ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’ ile IMF ve Dünya bankasından almış olduğumuz krediler devreye girdi.
O süreci çok iyi hatırlıyorum. ‘Kara Çarşamba’ adı verilen o kara tablo, gerçekten de toplumumuza kapkara bir dönem yaşatmıştı!
Ülkemiz büyük bir ekonomik kriz kıskacı ile boğuştuğu bu dönemde; insanlarımızın büyük bir bölümü geçim sıkıntısı girdabının içerisinde oradan, oraya savrulmuştu!
Her gün kapanan, iflas eden işletmelerden, fabrikalardan çıkarılan işçiler, küçülmek zorunda kalan pek çok sektör şirketinin işine son verdiği, binlerce beyaz yakalı yöneticiler neye uğradığının şaşkınlığı içinde, yaşam mücadelesi vermeye başlamışlardı!
Ne olmuştu bu ülkeye?
Avrupa’nın en genç nüfusuyla, gelişmekte olan ülkelerin en enerjik nüfusuna sahip olan ülkem neden bu ekonomik zayıflığın içine düşmüştü/düşürülmüştü?
Tarımsal ürünleriyle kendi, kendine yetebilen; dünyanın en önde gelen ülkeme ne olmuştu? Doğanın yeraltı ve yer üstü zenginliklerini cömertçe sunduğu Anadolu coğrafyasında kurulan devletimizde; son yurt topraklarımızda kurgulanmış bir ‘ekonomik kriz tezgâhı’ yaşanıyordu sanki!
80’li yılların ikinci yarısında Anavatan partisi döneminde Özal’la başlayan ekonomik canlanmanın yerini alan enflasyon rakamları patlamış, Türk Lirasının değeri neredeyse sıfırlanmış bir duruma göz, göre mi gelmiştik?