İnsanı ve toplumları farklı kılan ‘para’ hiç olmadı. Sadece paranın peşinde koşan ülkeler de hiç güçlü olamadı. Onlar ancak açık veren, açılan, saçılan, borç yiyen, gelecek tüketen olabildi.
Dünyaya parasını rezerv para olarak kabul ettirebilmiş ABD bile “param her yerde geçiyor, küresel sistemini de ben keşfettim” deyip bir kenarda uzanıp yatamaz. Çiftçilikte yapar, otomobilde, uzay çalışmaları da… Çünkü farkını gösterebileceğin tek yer doğaya, insanlara, canlılara verdiğin hizmet, huzurdur. Geliştirdiğin üründür, teknolojidir, bilimdir. Herkesin cebine koymak istediği cep telefonudur mesela… Deneyimlemelerden alabildiğin derstir. Geçmişte medeni yaşam için keşif yapmış insanların, keşiflerinin üzerine koyabilmendir. Ve tabi ki yeni edindiğin deneyimleri, tecrübeleri sonraki nesillere aktarabilmendir.
Eğer fark yaratan para olsaydı. Parayı basar basar yerdin. Hayat bu kadar basit olurdu. Öyle bir sürü mesleğe, eğitime, yaradılış sınavına gerek kalmazdı.
Ama fark yaratan para değildir! O bir sonuç… Bana çok para lazım ifadeleri aslında tembelliğin itirafı olur. Ulaşmak istediğin yaşam biçimine uygun yeterince çalışmadığının, insana, doğaya yeterince dokunamadığının, görevini yerine getiremediğinin itirafıdır. Paranın piyasada ki emisyon hacmini üretim belirler. Üretime oranla hacmi aştığını hemen anlarsın. Ortalıkta nakit çoğalır. ATM’lerden gıcır gıcır paralar çekilmeye başlanır. Para basma gayreti ‘nüfusa oranla üretim azaldı’ der. Esaret peşinde koşan ülkeler bu fırsatı kaçırmaz. O an için cazip ithal ürün teklif eder. Ve paran mal karşısında zamanla ucuzlar. Fiyat istikrarı, yani ahlak azalır. Bugün aldığın malı, yarın aynı fiyata yerine koyamaz olursun. Stokçuluk başlar. Halen üreten toplumlar karşısında, her geçen gün ucuzlanır. Eline biraz para geçen, hemen mal ya da ihtiva eden altın, döviz alıp kendini korumaya çalışır.
Emisyon hacmini; piyasada uzayan vadeler de genişletir. 2, 3 aylık vadeli çek, senetle yapılan iş, emisyonu genişletir. İtibari para gibi işlem görür. Banka ve yasa karşısında güvencelidir. Bu sebeple gelişmiş ülkeler, kendi ülkelerinde şirketlere vade yaptırmaz. Şirket müşterisine, tedarikçisine vade yapacaksa mutlaka banka ya da finans kuruluşu ile anlaşmak zorundadır. Mesela Almanya da araba parçası üreten bir şirket, tedarikçisine, müşterisine kafasına göre vade açamaz. Vadeli çeki bilmez bile. Onun için çek, sadece gidip bankadan çekme talimatıdır. Vadeli çeki duysa çok şaşırır. Açık hesapta çalışamaz. Ekonomisi bir düzen içinde olan ülkelerde, kimse emisyon hacmini kafasına göre genişletemez. Para ve ihtiva eden ödeme araçlarını piyasada artırıp, kağıttan paraları miktar olarak bollaştırıp, para değerini küresel çapta ucuzlatamaz. Bu iş sadece bankaların görevidir. Onu da emisyon planlamasına uygun yapar. “Araba parçaları yapan bir şirketin odaklanması gereken, üretimidir” der. Emisyon hacmine karışmamalıdır. “Herkes anladığı planlayabildiği işi yapmalıdır” der. Piyasadaki kağıt para hacminin planlaması merkez bankasının uzmanlığına girer. Her şirketin piyasa emisyon hacmine müdahale edebiliyor olması piyasayı, toplumu değersizleştirir.
Merkez bankaları emisyon hacmini ince ince takip eder. Günlük hesaplar. Kapasite kullanım oranlarına bakar, ülkenin üretimine bakar. Planlayıp, ölçümlemeden piyasaya para ya da ihtiva eden bir ürün sürmez. Aynı şekilde eksiltmez de… Çek, senetler tahsile verilmeden sistemde görülemez. Bu da belirsizlik oluşturur. Planlama dışı, şirketlerin ürününü vadelendirmesi, akışı değiştirir. Basılmış parayı boşa çıkartır. Dolaşmayan para maliyettir. Faizciliği hortlatır. Piyasada üretim hacmi değişmemiş, ama para hacmi artmış olur. Parasal bolluk başlar. Bankalar elinde şişen parayı, ucuz kredi olarak dağıtmaya çalışır. İnsanlar, ucuzlayan para ile yerli, yersiz alıma başlar. Gün gelir ürettiğinden çok tüketmeye başlar. Mal değer kazanır. Enflasyon çıkar. Alım gücü düşmeye başlar. Değer insandan, kağıda, paraya geçmeye başlar. İnsan değer kaybettikçe bencilleşir, vahşileşir. Toplumda, temel gıdalara dahi ulaşamayanlar olur. İnsanlar kendini kurtarma gayretiyle, başkalarının üzerine basmaktan çekinmez olur. İnsan değer yitirmeye başladığında, vahşiliğinde adım adım kaybolur. Değerli toplumların gözü onu görmez olur. Gözden çıkarılabilen olur.
Para, mal değer ölçüm birimidir denir, doğru… Ama aslında insanı ölçer.
Üretime, katkıya değil de paraya tebaa edilen bir yerde değersizleşme kaçınılmazdır. Onun için de hep denir, “para amaç değil, araçtır” diye. Evet dünyadan gelip geçerken, amaca giderken kullandığın bir gereçtir, keşiftir sadece…
Örneğin avukatsındır. Sabah kalkarsın. Sıkı bir kahvaltı vs. işine hazırlanırsın. Yine o günde birçok hukuki, ahlaki meseleleri çözüp hayatlara dokunacak, topluma değer katacaksındır. Mahkeme salonlarında senin bilgine, enerjine ihtiyaç vardır. İşe ulaşmak içinde metroyu kullanırsın. Hehh işte! Para o metrodur, trendir, otobüstür. Ofisine gidip de hukuk kitaplarından öğrendiklerinle, hayatları yanlıştan kurtarmak, gönüllere girmek ise hayat amacındır. Dünya sınavındır. Gelişim buradadır, amaçtadır. Toplumda oluşan hataları düzeltmek, insanlara, şirketlere katkı sunmak, anlaşmazlıkları çözmek, üretmektir. Bu destek, dokunabildiğin insanların sağlıklı üretmesini sağlar. Çalışabilir, uygar kılar.
Düşünsenize amaç para, yani metro olsa…
Ofise ulaşmana gerek olmaz. Trende, istasyonda yaşayıp mutlu olurdun. Hani derler ya! İlle de para. İyi de istasyonda bekleyeni para tanımaz. Görse görmezden gelir. Parayı, amaç edinmişler, o istasyonda sıkışıp kalırlar. Başlarlar hazır para beklemeye, malın kendi kendine değerlendiği kazanç, rant beklemeye, paradan para beklemeye, ele avuç açmaya…
İstasyonlar, gelip geçme yerleridir. Her yer insandır ama o kalabalıkta yalnızsındır. Bir kişinin bile dönüp selam vermediği, koşarcasına, hızlı hızlı yanından geçip gittiği yerde yaşanamaz. Halbuki ofise ulaşabilse, aynı yola baş koyduğu, birlikte değer kattığı insanlarla olsa. Hoş sohbeti, neşeyi, huzuru, güveni bulacaktır. Bu keyif, değer katacak yeni işlere vesile olacaktır. Halkın çalışmadan istasyonda beklediği, paradan para kazandığını zannettiği bir yerde üç lira verene sadakat duyan insanlar çıkar. Böyle bir yerde hükmeden, halkın seçtiği meclisi feshetme yetkisini bile kendin de tutmak ister. Mustafa Kemal Paşa “Bir kişinin meclisi feshetme yetkisine sahip olması sağlıksızdır.” derdi. 2 inci Abdülhamit’te görünüşte anayasadan vazgeçmemişti. Ama parlamentoyu süresiz dağıtmıştı. Vahdettin’de itilaf devletlerini tatmin edebilmek için iki kez meclisi dağıtmıştı. Değerlenmek, bağımsızlığın devamı için Mustafa Kemal Paşa meclisten gelen böyle bir öneriye itiraz etmişti. Söz istedi. Konuşmasının ardından parlamento, Cumhurbaşkanına tek başına meclisi feshetme yetkisi vermedi. Sadece gelen önerinin yeniden görüşülmesi için meclise geri gönderme yetkisi verdi. Bağımsızlığı, özgürlüğü bir kula bırakmadı. Halkı istasyonlara yöneltmedi. Halk, bu özgüven ile üretti. Bildiği işin peşinden koştu, işine değer kattı.
Para, barış, bağımsızlık da onların peşinden koştu.