Ahmet Hikmet Müftüoğlu (1870-1927) II. Meşrutiyet yıllarında Türkçü cereyanın temsilcilerinden biri olarak tanınır. Edebiyata daha erken tarihlerde başlasa da onun bir sanatçı olarak kimliğini kazanması bu döneme tarihlendirilir. Osmanlı Devleti’nin siyaseten düştüğü dar boğazdan çıkışı için türlü yollar denenmiş, Meşrutiyet Türkiyesini idare eden kadroların haritasını edebiyatta ortaya çıkan Türkçülük düşüncesi sağlamıştır. Bu düşüncenin önemli temsilcilerinden biri de Gönül Hanım romanının, Çağlayanlar adıyla toplanan hikâyelerin yazarı Ahmet Hikmet Müftüoğlu’dur. Bu temsilde birtakım tesirlerin olduğu bilinir. Tripoliçe müftüsü dede Abdülhalim Efendi’nin 1820’de şehri isyancılara karşı savunurken yakılarak katledilmesi bu tesiri yıllar içerisinde güçlendirmiştir. Müftüoğlu, tahsilinin ardından çeşitli diplomatik görevlerde bulunmuştur. Bunların en önemlisi I. Dünya Savaşı yıllarında müttefik Avusturya-Macaristan’daki Budapeşte konsolosluğudur.
BİYOGRAFİ ÇALIŞMALARINDA BİR YENİLİK
Tahsin Yıldırım, Son Şehbender adını verdiği çalışmasında Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun 1912-1918 yılları arasında Peşte’deki konsolosluğunu merkeze almıştır. Daha önce Müftüoğlu hakkında yazılan eserlerde bahsi edilen ancak bu altı yıllık sürecin devlet arşivlerine, Macar yazarların metinlerine, matbuattaki yazılara yansıyan taraflarına uzun uzadıya yer verilmemişti. Yıldırım, bir sanatçının hayatının önemli bir aşamasını derinlemesine inceleyerek biyografi çalışmalarına yeni bir cephe kazandırmıştır. Bunun öncesinde Müftüoğlu’nun hayatını bütünlüklü bir biçimde görebileceğimiz üzere sanatçının biyografisi, eserleri, edebiyat anlayışı ve düşünce dünyasını yansıtan bir bölüm kaleme alınmıştır. Burada Tevfik Fikret hakkındaki görüşleri dikkatimizi çekmiştir. Malum olduğu üzere Fikret’in kızkardeşi ile Müftüoğlu’nun ağabeyi Ahmet Refik Bey evlidirler. Fikret, talihsiz bir biçimde genç yaşta vefat eden kızkardeşinin ölümünden Refik Bey’i sorumlu tutmuş, bu genç adama ağır hakaretlerde bulunmuştur. Yıldırım, bu hadiseden söz açsa da Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun, gerçek ölüm nedenine dair söylediklerinden, Refik Bey’in karısına olan muhabbetinden bahsettiği düşüncelerine yer açmamıştır. Uşaklıgil, “Tevfik Fikret” başlıklı yazısında Fikret için (Sanata Dair, C. II) “Yaşı ilerledikçe (...) son derece nazik olmakla beraber etrafındakileri inciten dikenleri oldu. İlk önce Ahmet Reşit’le Ali Ekrem’i darılttı, daha sonra vefat eden kızkardeşinin zevci Refik Bey’e (...) hücum etti.” der ve ailenin savunmasını haber verir. Edebiyat tarihleri, ölümlerin trajikliğini sever. Müftüoğlu belki bundan Tevfik Fikret’in ikinci dereceden bir şair olduğunu söyler. Zamanın kendisini haklı çıkaracağını da buna ilave eder. Bu konuda Beşir Ayvazoğlu’nun Tevfik Fikret kitabında Mithat Cemal’den istifade ile yayımladığı Ahmet Hikmet imzalı mektup görülmelidir.
Osmanlı Devleti, bugünkü Macaristan topraklarında 150 yıl idarecilik yapmıştır. Daha sonra bu coğrafya ile ırka ve kültüre dayalı müşterek tarih dolayısıyla irtibat kesilmemiştir. Türkoloji çalışmalarının 19. asrın ortalarından itibaren bu topraklarda başlaması, Meşrutiyet yıllarının bir mahsulü olan Türk Derneği’nin Budapeşte’de şube açması ve Müftüoğlu’nun şehre gelişinden sonra şubenin hareketlenmesi bu irtibatı güçlendirmiştir. Yine Müftüoğlu’nun gayretleriyle Budapeşte’de Türkçe ve Macarca dilleriyle bir gazete yayımlanmıştır. Macaristan İlimler Akademisi tarafından basılan Macarca Türk dili, tarihi ve Turanî toplumlar hakkındaki 88 yayının İstanbul’a gönderilmesine öncülük etmiştir. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Macar ve Osmanlı Türkleri arasında güçlenen ilişkilerin bir sembolü olarak iki caddenin hatırası bugüne gelmiştir. Peşte’de Sultan V. Mehmet adının verildiği bir cadde ile Fatih’teki Macar Kardeşler Caddesi bu dostluğun nişanıdır. Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun konsolosluğu sırasında önemli kanunlardan biri de hayata geçmiştir. Macaristan’da İslam dininin yasal olarak kabulünü sağlayan bu kanun dolayısıyla Ahmet Hikmet’le çeşitli mülakatlar yapılmıştır. Bunlardan birinde Budapeşte’de bir cami arzusu ifade edilmiş ancak savaş yılları buna imkân vermemiştir.
GÜLBABA’NIN İHYASI
Kitabın pek çoklarımızda olacağı gibi bizi en çok Gülbaba’ya dair kısmı heyecanlandırmıştır. Şehre hâkim bir tepe üzerinde Türklüğün son ihtişamı olarak bugün de varlığını muhafaza eden bu hazire ve imaretin ihyası için Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun büyük gayretleri olmuştur. Oraya İstanbul’dan bazı eşyalar getirtmiştir. Bir mektubunda “Evvela Gülbaba’ya bir adağım vardı.” diyerek bir hattata Allah, Muhammed lafzı ile dört halifenin isimlerinin yazılı olduğu levhaların ısmarlanmasını istemiştir. Rıza Tevfik’e yazdığı bir başka mektupta ise “Ben Gülbaba’nın bir bülbül-i şeydasıyım.” demiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın Zigetvar’daki kaybolan türbesinin yerine bir plaket konmasını da yine Müftüoğlu sağlamıştır.
Kitabın devamında konsolosluğa atanan genç şair Enis Behiç’in varlığı, Macaristan’a gelen Türk talebeleri, Macar dili ve tarihi ile Türk tarihinin müşterek hikâyesi uzun uzadıya söz konusu edilmiştir. Öyle ki Tahsin Yıldırım, kitabın ortaya çıkışı sırasında okuduğu, tahlil edip metne taşıdığı malumatın dışında elindeki malzemeye kıyamayarak asıl mevzusundan oldukça uzaklaşmıştır. Kitabın eklerden önceki son kısmı bir tarih ansiklopedisi ağırlığına bürünmüştür. Burada Türk ve Macar kültürünün ortak mirasından söz açarken edebiyat eserlerinden numuneler göstermiştir. Metne bir katkısı olması bakımından Tarık Buğra’nın Ayakta Durmak İstiyorum oyunu da hatırlatılmalıdır.