Türkiye çok sıkıntılı günlerden geçiyor; “sıkıntı” sözcüğü de öyle rastgele seçilmiş, soyut, muğlak bir kelime değil, somut, hatta büyük ölçüde ölçülebilir bir kelime.
Etrafınıza baktığınızda, iç politikadan güvenlik politikalarına, iktisat politikasından dış politikaya, AB ilişkilerine kadar düzgün bir şey pek yok. Pek yok diyorum zira etrafınızda gerçekten, bütçe büyüklüklerini bir kenara bırakırsanız, düzgün işleyen hiçbir kurum, politika kalmamış görünüyor. Bütçe politikalarında da büyük sıkıntılar var. İkiye bölünmüş örtülü ödenek uygulamalarından fon uygulamalarına, denetlenemeyen harcamalardan mükellef bazlı sorunlara kadar mesele çok ama şimdilik kaydıyla sadece makro bütçe büyüklükleri düzgün gibi duruyor.
Tamamen çökmüş bir Ortadoğu vizyonu, yürümeyen AB müzakereleri, ABD ile çok ama çok sıkıntılı ilişkiler; AB ortalamasının ve ABD'nin yıllık enflasyonu kadar aylık enflasyon oranları, ülkemizin çok önemli bir bölgesinden iç savaş manzaraları, tamamen çökmüş bir hukuk sistemi ve kurumları, anlamsız bir eğitim-öğretim modeli. Bu listeyi uzatmak, çeşitlendirmek mümkün ama benim için çok daha önemli görünen konu bu berbat manzaranın nedenini saptamak. Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan kişinin bu süreçte olumsuz rolü zaten çok aşikar ama bu manzaranın başka açıklayıcı nedenleri de var.
Uluslararası aidiyetler ve ülkelerin politikası
Önce Türkiye'nin içinde bulunduğu kurumsal, siyasi, ekonomik, hukuki yapıya bir göz atmak lazım. Türkiye NATO üyesi bir ülke, NATO üyesi olmanın o ülkeye getirdiği çok önemli mükellefiyetler var. Türkiye AB ile tam üyelik müzakereleri yapan bir ülke, bu süreçte Ankara'nın üstlendiği, tekeffül ettiği dönüşüm vaatleri var. Türkiye, Avrupa Konseyi'nin ilk üyelerinden ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne taraf; üstelik Avrupa Konseyi'nin bir organı olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yargı yetkisini kabul etmiş bir devlet.
Türkiye'nin yukarıda belirttiğim kurumsal, hukuki blok aidiyeti malum; bu aidiyetin Türkiye devletine yüklediği mükellefiyetler de belli. Son Rusya krizinde Sayın Erdoğan'ın Rus uçağının sadece Türkiye hava sahasını değil aynı zamanda da NATO hava sahasını da ihlal ettiğini söylemesi önemli.
Bugünkü Yorum yazımın başlığını “Makas açıklığı ve kriz” biçiminde koydum; yukarıda belirttiğim kurumsal aidiyetlerin gerektirdiği hatta zorunlu kıldığı bir politikalar demeti var. Türkiye muhakkak ki egemen bir devlet ve bu egemen devletin de iç ve dış siyasetini özgürce belirleme yetkisi var ama yukarıda belirttiğim kurumsal, uluslararası aidiyetler aynı zamanda Türkiye'nin kullanabileceği bu özgürlük alanına çok ciddi sınırlamalar da getiriyor.
Sorun da tam bu aşamada gündeme geliyor; küresel ilişkilerin çok önemli hale geldiği hatta belirleyici olduğu bir çağda uluslararası kurumsal, hukuksal aidiyetlere rağmen bu yapılanmanın, bu kurumsal, hukuksal gereklerin dışına çıkmak hem uluslararası ya da global krizlerin hem de iç krizlerin muhtemelen temel nedeni. “Makas açıklığı ve kriz” derken muradım da tam bu. Bu saptamamın, süper güçler dışında, ABD, Rusya, Çin, İngiltere, her ülke için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Ülkeler, içinde bulundukları uluslararası kurumsal, hukuki belirlenmelere ne ölçüde uygun davranırlar ise büyüme ve özgürlük üretme kapasiteleri de o ölçüde artıyor. Tersi durumda, yani, ülkeler içinde oldukları kurumsal, hukuksal üyeliklerin gereklerinin dışına çıkmaya, bu gerekler ile çatışmaya başladıkları ölçüde de hem büyüme hem de özgürlük üretme potansiyelleri o ölçüde zedeleniyor.
Türkiye'nin 1950 sonrası siyasi yaşamı, yani NATO ve Avrupa Konseyi üyelikleri sonrası yaşananlar da biraz bu saptamama uygun gelişiyor galiba. 1960 askeri darbesinin, 12 Eylül darbesinin, tüm görüntüsel farklılıklarına rağmen, özünde aynı temel nedene dayandığı söylenebilir. Bu temel neden de, üstelik soğuk savaş koşullarında, siyasi iktidarların NATO mükellefiyetleri ya da talepleri ile örtüşmeyebilecek adımlarıdır.
Türkiye'nin uluslararası kurumlarla uyum sorunu
2002 sonrası yani AKP iktidarları da bu kritere göre en azından iki net döneme ayrıştırılabilir; birinci dönem AKP'nin Türkiye'nin uluslararası askeri (NATO), hukuki (Avrupa Konseyi) ve ekonomik (AB, OECD) çerçevelenmesi ile mükemmel bir uyum içinde olduğu dönemdir ve bu uyum da semeresini yüksek büyüme ve nitelikli hukuk devleti adımları üreterek vermiştir. AKP'nin ikinci dönemi diyebileceğimiz 2010 sonrası ise Türkiye'nin aynı askeri, hukuki ve ekonomik çerçevelenmesi ile uyum sorunları hatta çatışmalar yaşamaya başladığı dönem ve bu dönem de, yine hipotezimle tutarlı olmak üzere, düşük büyüme ve nitelik açısından korkunç bir hukuk devleti üretmesi ile devam ediyor.
Türkiye'nin ürettiği hukuk ve iktisat politikaları, kendini çerçeveleyen küresel/uluslararası kurumların gereklerinden ne kadar uzaklaşırsa makas da o kadar açılacak. Krizin boyutları bu makasın ne kadar açıldığı ile bağlantılı. NATO üyesi çok önemli bir ordunun ülkesi Çin füzesi almak istiyorum, Şanghay Beşlisi'ne girmek istiyorum derse, IŞİD ile ilişkilerini, yakın geçmiş de dahil olmak üzere bir türlü mutlak anlamda saydamlaştıramaz ise NATO kriterlerinden önemli ölçüde sapıyoruz demektir. Bunun mutlaka maliyetleri olacaktır. İnsan hakları karnemiz son derece kötü, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü gibi Avrupa Konseyi'nin olmaz ise olmazları ile çeliştiğimiz anda da demokrasi ve hukuk devletleri dünyası ile büyük sorunları göğüslemenin zamanı gelmiş demektir. AB ilerleme raporları ekranlarda AKP'nin önemli isimleri tarafından çöpe atılırsa, kamu alımları, rekabet dosyaları bir türlü müzakerelere açılamaz ise, Merkez Bankası bağımsızlığı hiç de şık olmayan bir bağlamda tartışılır ise, enflasyon süreçlerinin düzgün bir teşhisi yapılamaz ise AB çerçevesi ile de sorunlar ortada demektir. Makas kapalı iken üretilen yüksek büyüme oranları, hukuk reformları, AB demokratikleşme paketleri tarih olmuş gibidir; kişi başına reel büyüme yerlerde sürünmekte, kapsamlı AB demokratikleşme paketlerinin yerini de güvenlik paketleri almış durumadır, sanki demokratikleşemeyen, büyüyemeyen bir ülkede güvenlik sağlanabilirmiş gibi.
Türkiye için en kapsamlı reformu, ülkemizi askeri, hukuki ve ekonomik olarak çerçeveleyen yapılanma ile iç hukuk ve iktisat adımlarını aynı faza koyabilecek hükümet yapabilir sadece.