Günümüzü ortaya çıkaran tarihtir. Ne yazık ki biz her şeyimizi Avrupa'dan aldığımız gibi son dönem tarih bilgilerimizi de oradan aldık;
Lamartine, Hammer, Zirkeissen, Jorgo'ya atıf yapanlar bilimsel oluyorlar. Onlar da istedikleri şekilde tarihimizi kendilerine göre değiştiriyorlar. Tarihimizi doğru okuyabilmek için köklü fakülteler kurmalı, bunun için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamalıyız.
Eskiden tarih şuuru halkta bulunurdu; halkla münevver aynı minval üzereydiler. Zaten kalabalığı millet yapan bu unsurdu. Eskiler tarih şuuruna ‘Gelenekte var mı?' derlerdi. Bugün ise ‘Gelenekte var mı?' sorusunu ne halk ne de aydınlarımız soruyor. Hâlbuki ülkemizde her şehirde üniversiteler kuruldu; basın yayın organları halkımızı kuşatıyor, ne gariptir ki tarih şuurundan uzaklaşıyoruz. Bu bizi kendimize yabancılaştırıyor.
Geçmişimize bakınca eli öpülesi ceddimiz tarih şuurunu ve aynı zamanda devlet idaresini bizden çok daha iyi biliyorlardı. Selçuklu çökünce, uçbeyliğinin başında bulunan Osman Gazi bağımsızlığını ilan edebilirdi; milleti, toprağı, bayrağı vardı; para da bastırmıştı. Fakat öyle bir yola başvurmadı; teenniyi elden bırakmadı. Zira devlet hayatı teenniyle beraber fırsatları değerlendirmek demekti; illa fırsatların peşinde koşmak devlet adamının biricik ideali değildi. Orhan Gazi döneminde topraklarımız çok genişledi; devlet bütün kurumlarına kavuşmuşken ve üzerinde de bir otorite yokken, yani Selçuklu da yıkılmışken ‘Han' unvanı kullanılmadı; ‘Orhan Gazi' adıyla yâd edildi. Onun oğlunun döneminde devlet süper güç olma yolunda sağlam adımlarla ilerliyordu; o da ‘Hüdavendigar'lıkla yetindi. Niğbolu Savaşı'ndan sonra devrin töresine uyarak Mısır'daki halife ‘Sultan'ül İklim-i Rum' başlığıyla Yıldırım Bayezıd'a menşur gönderdiği halde, o, bastırdığı paralara ‘Bayezıd İbn-i Murad' yazdırdı. İkinci kurucu olarak anılan Mehmed ‘Çelebi'likle iktifa etti. Devletin sınırlarını Asya ve Avrupa'da çok genişleten II. Murad'a bazen ‘Han' dendi, bazen denmedi. Ne zaman ki II. Mehmed İstanbul'u fethederek yüzyıllardır sürüp gelen rüyayı gerçekleştirince ‘Han' unvanını kullanmaya başladı. O tarihe kadar Osmanlılar, Selçuklular adına devleti yönettiklerini söylerlerdi; ikindi vakitlerinde nevbetleri vurdururlar, hatıralarını yaşatırlardı; zira millet uzun yıllar Selçuklu hanedanının gölgesinde yaşamış, ona vicdanında yer vermişti. Millet vicdanının devlet hayatındaki önemini bildiklerinden, onunla karşı karşıya gelmemeye dikkat ediyorlardı.
Osmanlı'nın Batı'ya karşı üstünlüğünü kaybetmesinin sebeplerinden en önemlisi ekonomide itici güç rolünü oynayan demir ve kömürün topraklarında yeterince bulunmamasıydı. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren petrolün önemi demir ve kömürün önüne geçti. O zamana kadar bilinen petrol rezervlerinin pek çoğu da Osmanlı topraklarındaydı. Ölümle yarış başlamıştı; biz petrolün imkânlarını hayatımıza katarak ayağa kalkmak istiyorduk; emperyalistler de Osmanlı'yı ortadan kaldırıp petrollerine konmanın peşindeydiler. Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesinin de sebebi buydu.
Her şeye rağmen İslam âleminde ağırlığı bulunan Osmanlı'yı tarihe gömmeden petrol kuyularının güvenliğini sağlamaları mümkün değildi. Trablusgarp'tan beri dövüşen Osmanlı'nın insan gücü çok azalmıştı, millet açlıkla ve sefaletle boğuşuyordu. Silahlandırılıp İzmir'e çıkarılan Yunanlıları denize dökmek için milletimiz canını dişine taktı, Hindistan Müslümanları arasında yardım cemiyetleri kuruldu. Genci, ihtiyarı, âlimi, cahiliyle emsalsiz bir dayanışma sergiledik. Misak-ı Milli sınırlarına ulaşamasak da küçümsenmez bir vatana sahip olduk.
Devletin temeli milletin vicdanındadır. Hangi sebeple olursa olsun, onu milletimizin vicdanından koparacak işlere kalkışmak veballerin en büyüğüdür. Ama kim vebali anlar ki; bu da ayrı bir problem.