İnsanın gözlerinden çok aklına ve yüreğine seslenenler hitap ne güzel insanlardır.
Sözleriyle, yaptıklarıyla yürek dağlayanlar ne muştucu insanlardır. Köklü medeniyetin kanatları altında yaşayanlar kendi hallerince oturur ve geleceği gözlerler.
Geleceği gözleyen ve yüreklere dokunan insanlar Türk’ün irfan ikliminden kana kana içenler olsa gerektir
Dedemden dinlediğim hikâyelerde bazen cenk, bazen de hikmetlerin büyülü aydınlığıyla uyandığımda çoğu insan karanlıkların dehlizlerinde yaşıyordu!
En genç halimizle bileğimiz bükülmez, sözlerimiz kaviydi ve göklerden gelen nidaları taşıyordu!
80’lerin ilk günleriydi... Yaz güneşi yerini sonbahara bırakmış, ilk gençliğimizle bizi dehlizine almaya başlamıştı.
Hatırladığım ilk eylül karanlık yüzüyle batının deli gömleğini ülkeme, irfanıma giydirmek için var gücüyle kan döküyor, can alıyor, anaları ağlatıyordu!
Deli gömleklerin sahipleri eylüllerde sokaklara inmiş ve sokak başlarını tutarak bizi bizden almışlardı!
Bizler bazen dağ başlarında birer türkü, bazen kaçak gönüllerin aşığı, bazen de mahpushanelerde Yusuf’un mesellerini dinliyorduk!
Oysa gönlümüze mi söz geçirecektik yoksa sokaklarda köşe başlarını tutan batının zihnimize giydirdiği deli gömleklilerin albenili koltuklarına sımsıkı sarılacak mıydık! O yıllarda doğru kararlar vermekten acizdik!
Alçak gönüllü demişlerdi de inanmamıştık.
Alçak gönüllü değildik oysa!
Hiçbirimiz hiçbir zaman alçaklığı tanımamıştık!
Gönlümüze alçak yakıştırması yapanlara gizliden gizliye kızardım! Bu sözün sözler içinde gizli bir anlamı olduğunu sonradan öğrendik!
Alçaklığı gördüğümüz her yerde ezmek isterdik!
Ayakta kalmak, binlerce yıl önceden getirdiğimiz benliğimizle binlerce yıl ötesine götürmek istediğimiz kimliğimizle yaşamayı tercih etmekten başka bir talebimiz yoktu. Ayakta kalmak, dosdoğru yürümek, yalpalamadan, dilimiz dolaşmadan, şek ve şüphe duymadan yürümek istiyorduk.
O yıllarda alçaklığını ne olduğunu, alçakların kimler olduğunu bilir onlarla dolaşmaktan uzak durur, alçak gördüğümüz kişiliklerden kaçardık. Derin yaşamaya, kimselere ilişmeden düşüncelerimizi demlemeye, yarınlara özlem duymaya, ham yanlarımızı törpüleyip pişirmeye çalışırdık.
Bizler, sessizce kozamızı örüp, türkülerimizle yaşamaya devam ederken hayat, insanlar, alçaklar farklıydı. Bu işte bir gariplik vardı!
Biz er kişiler, ne kadar da ham yanlarımızı öldürmeye çalıştıysak ham, kekremsi, tatsız tuzsuz… Nicelerini gördük, Ham bile olmayan nice esvaplı bedenlerin büyük büyük laflar edip cüsselerinden büyük koltuklarda oturuyorlardı! Ve kendilerini pazarlarken samimi gibiydiler!
Uzun yıllar kaçtık böyle ortamlarda bulunmaktan, öylelerinden olmaktan. Koltuklarından şeref kazanmaya çalışanlardan! Gün döndü devran değişti. Bahar ayı gelir gibi oldu. Baharın, ilk yağmurlarının rüzgârla gelen kokularını duyar gibi olduk ülkemizde.
Sonra yağmur duaları, şükürler kesildi. Gönüllerde yanmaya devam eden gamlı eylüllerde geçen günlerimiz ışıksız, ruhsuz insanların eline geçmişti!
Bahar yağmurlarını o kadar özlemiştik oysa! Nadir de olsa bazen tatlı bir esintisinin serinliğinin yüreğimizi okşayan albenili kokularını uzaklardan, çok uzaklardan alıyorduk.
Gönüller görklü göklerden uzaklaşalı, ellerimiz Çalap’a yalvarmayı unutalı ve dahası düşünmeyi unutalı bahar yağmurları uzaklaştı bereketli coğrafyamızdan!
Coğrafyalarımızda bereket azalmış, kargaşa artmış ülkeme, ülküme, özüme geri dönme emarelerim, umut ve ümitlerim her bahar yeniden yeşerme hevesiyle yanıp tutuşsa da baharı doya doya yaşayamadan genç yürekliler eylüllerde bir bir yok olup gitmişti!
Unvanlar, şöhret uğruna şan ve şöhret odalarında yitirdiğimiz eylül vurgunu nice arkadaşımızı yitirmiştik!
Boy aynalarında, koltuklarında gizledikleri kocaman gövdeleriyle dolaşan ve eylüllerin kadrini bilemeyen mankurtlaşanların gönüllerde zerre kadar yeri kalmamıştı!