Çakılharmanlar Caddesinin, Kömürcüler Cami kavşağından itibaren sağ yanı bir zamanlar Büyük Kovanağzı, diğer yakası ise Küçük Kovanağzı idi. İsimlerdeki büyük ve küçük takıları aldatıcı olmasın, hem yüzölçümü hem de nüfus yoğunluğu bakımından Küçük Kovanağzı daha büyüktü. Çocuklar aynı okula gider, insanlar çarşıya aynı otobüsle gidip gelirdi. Zaman ilerledikçe, Büyük Kovanağzı’nın gayretli muhtarı Hasan ağa, Belediye’nin kapısını aşındırarak, Hasırcılar Sokaktan girip Suruç Sokak’a kıvrılarak Çakılharmanlar’a gelen bir otobüs seferi tahsis ettirdi. Şimdi Yenişehir Mahallesi olan ve yüksek ve lüks binaların inşa edildiği yer ise yüz-yüz elli metrekarelik arsalara kondurulmuş, dar sokaklı Yenice mahallesiydi. Yeniceliler otobüs ve dolmuş seferlerinin o dar yolları da kat etmesi için çok gayret gösterip muvaffak oldular. Fakat hem otobüs hem de dolmuş şoförleri labirenti andıran yollardan çok mustarip oldu. Zira yol kenarına bırakılmış bir üç tekerlekli motosiklet bile geçişi engellerdi. Hatta o çileye tahammül edemeyen bazı yolcular, Yem Sanayi’den sonraki durakta inip kalan yolu yürümeyi göze alırdı.
Gayri federe Şahin Gençlik Semt takımını henüz kurmadığımız bir zaman Büyük Kovanağzı gençleri ile bir mahalle maçına karar verdik. Sahayı da, Çakılharmanlar Caddesi ile Hasırcılar Sokak’ın kesiştiği yerdeki tarla olarak belirledik. Bu durumda ev sahibi Büyük Kovanağzı idi ama top getirmemişlerdi. “Burası ortak saha, hem tarlanın çoğu da size cephe, topu siz getirin” deyince arkadaşlar arasında para toplayıp, Şevket Topraklık’ın bisikletine binerek, Alparslan Okulunun oradaki büfeden top almaya gittik. O yıllarda Kovanağzı Caddesi delik deşik halde kumlu bir yoldu. Ben bir elimde top, diğeriyle seleden tutunurken Şevket’in hız merakı yükseldi. “Tutunamıyorum, yavaş sür” desem de ses kulağına değil, yardığımız rüzgâra kapılıp gidiyordu. Neticede bir tümseğe çarpınca dengeyi kaybettik. Sarsıntıyı takiben elimdeki top havaya uçtu, altımdaki bisikletle Şevket sol yana devrilirken ben çaya doğru süzülüp çakıllı yola kapaklandım. Fakat ah öyle kalsam! Her bir çakılın tenime diken gibi battığı kumlu yolda birkaç metre yüz üstü sürüklendim. Kumda yüzmek ne zormuş!
Pantolonumun dizleri yırtılmış, diz kapaklarımda deri kalmamıştı. Avuç içlerim, alnım ve burnum kandan kıpkırmızıydı. Topu çaydan çıkardıktan sonra, tatlı su çeşmesinde yaraları ve batan yerlerimizi temizleyip acılar içinde sahaya döndük. Takımlar hazırlanmış, herkes sabırsızlıkla bizi bekliyordu. Bizim takımın kaptanı Ahmet Karataş benim yaralı olduğumu görünce yerime başkasının oynamasını isteyince şiddetli bir şekilde itiraz ettim:
“Ben top oynamak için kaza geçirip yaralandım, oynamama engel bir durum yok, oynayacağım!” dedim.
Kırmak istemediler ama bu halde güvenleri de yoktu. Üstelik iki mahalle gençleri arasında futbolda kavgaya varan rekabet vardı ve o gün, “Bakalım hangi Kovanağzı büyük” diyenler de olmuştu.
Bizimkiler, “Madem çok isteklisin, kaleci ol, sen gol yesen de biz telafi ederiz” deyip beni ikna ettiler. Fakat biz gol atmak bir yana, topu kendi sahamızdan bile zor uzaklaştırıyorduk. Haliyle maçta en çok iş kaleciye düşüyordu. Yediğim gol sayısını hatırlamıyorum ama iki penaltı kurtarmıştım. Fakat yine de mağlup durumdaydık. Derken, bizim takım penaltı atışı kazandı Ramazan Topraklık ile Ahmet topu paylaşamıyor, arada başkaları da penaltı atışına talip oluyordu. Koşarak gidip ellerinden topu aldım ve “Ben atacağım” dedim. Mağlup durumda olmamız bu penaltıyı önemli kılıyordu ve ben eli yüzü, dizler yaralı bir kaleciydim. Ahmet, “Ortağım, sakatsın, atamazsan iyice dağılırız” diyordu ki cevabı yapıştırdım:
“Sakatım ama yediğimiz gollerden fazlasını kurtardım. İki penaltıyı çıkarırken de gelip sarılıyordun!”
Beni vazgeçiremeyeceklerini anlamaları uzun sürmedi. Ahmet’in “Hak etti. Bırakalım Mustafa atsın. Kaçırırsa da diyecek bir şey yok” demesi beni daha çok hırslandırmıştı. Birim kuvvetimi iyi kullanıp acı burun vuruşu yapmaya karar verdim. Topa doğru süratle koşarken çarşı istikametinden gelen otobüs kalenin arkasındaki durağa yanaşıyordu. Sağa ya da sola doğru hamle yapacağı düşüncesiyle kalecinin boşaltacağı yere doğru vurmuştum ama yerinden kıpırdamadı. Ama bacaklarına doğru gelen topu elle almak için eğilirken dizleri aralandı ve top aradan fişek gibi geçip otobüsün altına doğru süzüldü.
Bizimkiler gole sevinmekten ziyade topun tekerlerin altından patlayacak olma telaşına kapıldılar ama egzoz bölgesinden su kanalına doğru gidince iki sevinci birlikte yaşadık. Bu sırada yeni bir hamle yaptım:
“Kaleye başkası geçsin, ben artık forvet oynayacağım!”
Gol atmış bir oyuncu olarak, bu isteğim de çaresiz kabul edildi ve kaleye bir başka arkadaşımız geçti. Rakibin santra alıp oyunu başlatmasından hemen sonra topu çalan Ayhan Gençoğlu’nun müthiş pası, otobüs duraktan hareket etmeden bana ikinci golü atma imkanı verdi. Oyun bizim lehimize dönmüştü. Başka goller de atmıştım ve yenilgiden kurtulup, galip duruma yükselmiştik. Maç bittiğinde Büyük Kovanağzılılar’ın “Bir de kaza yaptı, her yanı yaralıydı, ya sağlam olsaydı” dediklerini duyuyorduk. Bozkırlı Mustafa, Rahmi, Fehmi, Fuat, Kavaklı Ali, Parlament Mehmet, Akman Ahmet ve rahmetli Mehmet Ali’nin olduğu bizim takım ise rövanşı almış olmaktan mutluydu. Ahmet; koluma girerek beni götüren Şevket’e bağırıyordu:
“Şevket, bir daha maç günlerinde Mustafa’yı bisikletten atıver!”
Evet, bazı yaraların insanı iyileştirdiğini sonraki yıllarda daha iyi öğrenecektik!