İnsanların çocukluğunu, gençliğini, kısacası o özel dönemin tüm güzelliklerini, hatıralarını taşıyan yaşadığı çevre, o çevreye hayat veren doğal güzellikleri birer, birer yok olurken; insanlar da sanki o güzelliklerle beraber yok oluyorlardı!
Gülen yüzler, gülen gözler, sevgiyle, saygıyla birbirlerini selamlayan insanlarımız da; bu güzelliklerle birlikte kaybolmaya başlamıştı!
Bu gerçeği gözlerimle, ruhumla, bedenimle her şeyimle görebiliyor, izleyebiliyordum. Ömrümün neredeyse tamamını geçirdiğim İstanbul, bu acımasızlıklarla dolu bir süreç yaşamaya başlamıştı!
‘O her sengi (taşı) bin acem mülküne feda olan’ bu aziz şehir; yavaş, yavaş tarih sahnesinden kaybolmakta ve bizzat içerisinde barındırdığı biz insanlar tarafından yok edilmekteydi!
Onun içindir ki, her semtinde çocukluğumun, gençliğimin hatıraları olan bu dünya mirası güzel şehirde; hayatımın son dönemini geçirirken; her köşesinden tarih fışkıran İstanbul’umuzun acımasızca yok edilmesini, tarihi değerlerinin yavaş, yavaş nasıl yok edildiğini ve kentsel dönüşüm adı altında tanınmayacak hale getirilmesini gelecek kuşaklar mutlaka bilmeliydi.
Çünkü bizlere emanet edilen değerlerin neler olduğu bilinmez ise gelecek nesiller, geçmiş ile geleceği nasıl mukayese edeceklerdi?
Hayatımın neredeyse geride bıraktığım tüm yıllarını yaşadığım bu harikulade şehrin geçmişle, bugününü mukayese ederek, yok edilen onca değeri anlatabilmek o kadar zordu ki!
Bu nedenle içimde kopan fırtınaları, bu duyguları yansıtabilmek, tarihe bir not düşebilmek amacıyla yıllar sonra bugün; kaybolan onca değeri anlatabilmek için hayatımın en güzel yaz tatillerini geçirdiğim ama en çok da İstanbul’un o zengin kültür mirasını içinde barındıran ‘Prens Adalarından, Heybeli Ada’da’ yaşanan o güzellikleri, o güzelliklerden günümüze kalanları aşağıdaki gerçekleriyle bilginize sunuyorum:
HEYBELİ’DE YAŞAMIYOR
ARTIK O DALGALAR…
( Yıllar öncesinin özlemiyle, yaşanmışlardan seçmeler…)
Kıyıda uçuşan martılarla, günesin ilk ışıkları konunca çamlara; sanki çocukluğum yansıdı Heybeliada’ya…
Ne de güzeldi o yıllar İstanbul. Suadiye, Kadıköy, Moda…
Âşıklar el, ele dolaşırdı Kalamış’ta…
Sevgi ve saygıydı yaşamın adı o yıllarda; kin ve nefret yoktu, güzel giyimli insanların o içten bakışlarında…
Sabahı; ‘günaydın’ sesleri ile karşılardı insanlar. Tanımak gerekmezdi, selamlamak için Kadıköy’e gidenleri…
O dönemde çok ünlüydü İstanbul’un taksi şoförleri. Herkesi ezbere bilirler, isimleri hatırlamak ne kelime! Duyulurdu onlardan günün ilk haberleri…
Heybeli’de görmüştüm onu ilk kez! Uçuşan saçları kumral, bakışları yosun yeşili…
Öylesine ulaşılmaz, öylesine kibirli ki! İnsanı çıldırtan bir dişi…
İlk heyecan ile atan kalbimin sesi, karışmıştı rüzgâra… O ise hiç tınlamadan çekip gidiverdi, aldırış etmeden yüreğimin feryadına…
Adanın en güzel kızı odur, hiç yanaşma dediler yanına. Ne aşkını umut et, ne sevgisini bekle! Herkes dengi, dengine onu boşuna hayal etme! Sen onun için çocuksun daha, git kendi dengini yakala.
Çocukluk aşkı işte, seni gidi budala…
İşte çocukluğumun ilk aşkı oldu o yeşil gözlü dilber!
Ama bu aşkı sadece benim gönlüm bildi, bir de sahildeki o izler…
Ada sahilinde bekleşirdi sevenler, her gece mehtabın seyrine doymak için.
Kim ne derse desin? Çam limanının yakamozları gönülleri süslerdi biçim, biçim…
Gecenin sihri karışırdı Burgaz’a, Kınalı ’ya.