Dr. Nazım Maviş / AK Parti Sinop Milletvekili, Siyaset Bilimci
Türkiye her zaman bölgesel ve küresel barışın korunmasına dönük aktif politikalar uygulamıştır. Ülkemiz bugün de bölge ve dünya barışına çok önemli katkılar sağlamaktadır. Rusya-Ukrayna savaşında Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın güvenilir, itibarlı, güçlü liderliğiyle önemli sonuçlar elde edilmiştir; tahıl koridoru, esir takası Türkiye›nin başarısıdır. Kalıcı barış için de Cumhurbaşkanımızın çabaları yoğun bir şekilde sürmektedir. Sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde ülkemizin barışa dönük bu katkılarını tüm dünya takdirle izlemektedir. Aynı şekilde, Balkanlarda doğabilecek muhtemel problemleri de önceden önleyebilmek adına Bosna Hersek, Sırbistan, Kosova ve Hırvatistan arasında Cumhurbaşkanımızın güvenilir ve güçlü liderliği âdeta barışın garantörü olmuştur. Türkiye her zaman barıştan, haktan, adaletten, insani yardımdan yana bir ülke olarak sürekli itibarını artırmaktadır.
Etnik, dinî ve mezhepsel çeşitliliğiyle yakın coğrafyamızdaki gelişmelerin bölgenin tümünü etkileyebileceği birçok kez tecrübe edilmiştir. Emperyalist ülkeler Orta Doğu ve İslam dünyasını etnik, dinî ve mezhepsel ayrımlar üzerinden dizayn etmek istemektedirler. Farklılıklar üzerinden yapılacak müdahaleler bölgeye istikrar getirmediği gibi bölgenin iktisadi ve siyasi kaynaklarını sömürmek isteyen güçlerin işini kolaylaştırmaktadır. Bu bölgede Türkiye’nin tek taraflı edilgen bir rol yerine bölgesel barış ve istikrar için aktif rol alması önemlidir. Türkiye’nin bölgeyle tarihsel, kültürel bağları oldukça köklüdür. Bu toprakları Osmanlı Dönemi’nde uzun süre yönetmiş bir devlet olarak kaybedeceğimiz ve kazanacağımız çok şeyler vardır. Türkiye’nin bu tarihî mirası stratejik bir dayanak olarak kullanması sadece Türkiye’nin bölge politikaları açısından değil bölgede adil ve kalıcı bir düzen kurabilmek açısından da önemlidir. Türkiye bölgenin asli unsurudur, her zaman bölgede yaşanan gelişmelerde temel aktörlerden biri olarak yer alacaktır.
Bölgede yaşanan savaş, çatışma ve yıkımların üç önemli kaynağı vardır; bunlardan ilki sömürgeciliktir. Gücünü ve sağladığı refahı mazlum ülkeleri sömürerek elde eden emperyalist ülkelerin bölge üzerindeki hedefleri bölgeyi çatışmalara mahkûm etmektedir. Batılılar bu bölgede insani gerekçelerle değil bölgenin kaynaklarını sömürmek için bulunmuşlar ve bölgeyi kolay sömürebilmek için sürekli çatışma ve istikrarsızlığı körüklemişlerdir. Hiçbir meseleye insani bir perspektiften yaklaşmayan, bölgeyi hâlâ sömürülecek bir kaynak olarak gören yabancı ülkeler bu coğrafyadaki çatışmaların en önemli sebeplerindendir; sadece kendi çıkarları için her türlü çatışmayı tahrik etmektedirler. Hakkı değil, adaleti değil sadece kuvvet ve çıkarı üstün tutan bu anlayış bölgeye huzur getirmeyecektir. Biz yüzyıllarca adaletle, hakkı üstün tutan bir yönetim anlayışıyla bu bölgenin barış ve huzurunun koruyucusu olduk.
Bölgedeki huzursuzluğun ikinci sebebi vekâlet savaşlarıdır. Batılı ülkeler Batı dışı ülkelerin insanlarını âdeta insanlık kategorisinin dışında görerek her türlü kıyım ve yıkıma sessiz ve duyarsız kalmaktadırlar. Hatta vekil terör örgütleri aracılığıyla kendi savaşlarını bu bölgelerde yürüterek sayısız insanın ölümüne neden olmaktadırlar. Bu bölgelerde istikrarsızlık, çatışma ve savaş bölgeyi yönetmek isteyen ülkelerin aparatı hâline gelmiştir. Savaşı, rekabeti ve güç mücadelesini ülkelerinin sınırları dışında yürütmek isteyen devletlerin vekâlet savaşları bölgeyi yokluğa, göçe, ölüme ve istikrarsızlığa mahkûm etmektedir. YPG de PYD de DAEŞ de diğer terör örgütleri de bu vekâlet savaşlarının onursuz, ahlaksız ve değersiz birer maşasıdır.
Bugün Orta Doğu’da barışı tehdit eden üçüncü husus ise İsrail’in hukuk tanımaz, insanlık dışı, bir devlet gibi değil de bir terör örgütü gibi sürdürdüğü saldırganlıklarıdır. Bugün Lübnan’da 3 milyona yaklaşan Filistinli mülteci yaşamaktadır. İsrail hâlâ Golan Tepelerinde işgalci olarak bulunmaktadır, 1982’den 2000 yılına kadar Lübnan’ı işgal etmiştir, Şeba Çiftlikleri’ni hâlâ işgal altında tutmaktadır, Sabra ve Şatilla Mülteci Kamplarında insanlık dışı katliamlar yapmıştır, Filistinli liderleri terör örgütleri yöntemleriyle başka ülkeler içerisinde hunharca katletmiştir. İsrail, Birleşmiş Milletlerin bugüne kadar aldığı 62 kararın neredeyse tamamını yok saymıştır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 242 sayılı Kararı’yla İsrail’in 1967 öncesi sınırlarına geri çekilmesini, 476 ve 478 sayılı Kararları’yla da Kudüs’ü ilhak ve işgalinin uluslararası hukuka aykırı olduğunu ilan etmiştir ama İsrail hiçbirini dinlememiştir. Söz konusu İsrail olunca her türlü şiddet, kıyım, yıkım ve hukuksuzluk görmezden gelinmiştir. Filistinliler 75 yıldır sayısız katliama maruz kalmıştır.
Beldetü’ş-Şeyh, Ebu Şuşa, Deyr Yasin, Tantura, Salha, Dakmas Camii, Lod ve Ramte gibi onlarca katliamda gece baskınlarıyla binlerce çocuk, kadın, yaşlı ve engelli katledilmiş ve göçe zorlanmıştır. 2008’de, 2012’de, 2014’te ve 2021’de İsrail Gazze’yi havadan bombardımana tabi tutmuş; fosfor bombaları, misket bombalarıyla binlerce insanı katletmiştir. Bugün de soykırım yöntemiyle Gazellileri yok etmeyi hedeflemektedir. Adeta 2,5 milyonluk bir tecrit alanına dönüştürülen Gazze’de bugün ekmek yok, su yok, elektrik yok, ilaç yok; sadece İsrail bombaları var…
Biz orada olsaydık doğan her çocuğumuzun hayatın neşesini yaşayamadan İsrail devleti tarafından öldürüleceğini düşünerek yaşamaya mahkûm olsaydık, nasıl bir hayatımız olurdu acaba? Bugün, Gazze’de, Filistin’de ailesinin geçmişinde göç ve katliam olmayan tek bir Filistinli yoktur. Birleşmiş Milletlerin onca kararına rağmen İsrail’in hukuk tanımazlığı, işgal, gasp ve katliamlarını sürdürmesi karşısında başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası kuruluşlar maalesef hiçbir şey yapmamaktadırlar. Bugün Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın “Dünya 5’ten büyüktür.” diyerek Birleşmiş Milletlerin bu adaletsiz yapısını reforme etmeye dönük çağrısı daha da anlam kazanmıştır.
İsrail saldırganlığı önlenemediği sürece bölgede barış ve istikrarı tesis etmek asla mümkün değildir. Başta Amerika olmak üzere birçok Batılı ülkenin bölgeye dair üç temel hedefi olmuştur; bunlardan birincisi, maliyeti ne olursa olsun her hâl ve şart altında İsrail’in güvenliğini sağlamak olmuştur. İkinci olarak, başta enerji kaynakları olmak üzere bölgenin bütün doğal kaynakları sömürülmek istenmiştir. Üçüncü olarak da dünyaya yeni bir barış mesajı, yeni bir söz söyleme gücüne sahip olan İslam’ın bu coğrafyada bir medeniyet kaynağı olarak yeniden güçlenmesini boğmak istemişlerdir. Biz dört yüz yıl bu bölgeyi bütün farklılıklarına rağmen barış içinde yaşattık, bütün farklı mezhep ve din mensupları kendi inanç ve değerlerini bizim hâkimiyetimizde özgürce yaşadılar.
Egemenliğimiz döneminde Kudüs’ün 3 din için kutsiyetine hürmeten El-Halil Kapısı’na “La İlahe İllallah İbrahim Halilullah” yazılmıştır. Yakın zaman önce İstanbul’da Sayın Cumhurbaşkanımızın temelini attığı Mor Efrem Süryani Kadim Ortodoks Kilisesi’nin açılışı yine Cumhurbaşkanımızca yapıldı. Dini, dili, etnik yapısı ne olursa olsun, bizim anlayışımıza göre insanlar yaratılışta eştir. Biz hiçbir zaman, bu bölgede, bölgeyi sömürmek, bölge insanını köleleştirmek için bulunmadık. O nedenle, bölgede barışın tesis edilmesi için katkı vermek, bölgede istikrarın sağlanması için aktör olmak tabii ki Türkiye’nin en doğal ve zorunlu görevidir.
Bizim için bu bölgede olmak sadece sıradan bir görev değildir; tarihimizin, kültürümüzün ve medeniyetimizin doğal gereğidir.
İsrail neden yeni cepheler açıyor?