Hayat öyle değişken bir süreçtir ki, hiçbir insanoğlu istediği gibi, yarınını programlayamaz. “Şöyle şöyle yapacağım” der, fakat onun ne yapacağının kararını “kader” verir.
Geçtiğimiz yıllarda, içinde çalıştığım müesseselerden dolayı “göreceli bir hürriyet”e sahip olduğum için, istediğim yere, istediğim gibi gidemiyordum. Çalıştığım müesseselerden bazıları öylesine katı kurallara sahiptiler ki, neredeyse, içinde bulunduğum şehirden bile ayrılmama tahammül edilmiyordu. Her neyse, Allah’a şükür, o günler geride kaldı; emekliye ayrılıp göreceli hürriyetimize kavuştuk.
Seyahat etmeyi çok sevdiğim için, seyahatlerimde çokça rahatsız ettiğim THY’yi zaman zaman ziyaret eder, yeni yerlere seferleri olup olmadığını sorar, ona göre planlarımı yaparım.
Sık sık yaptığım seyahatlerden dolayı Bilal Ekşi, Temel Kotil ve daha önceki idarecilerden Hamdi Topçu Beyleri de yakinen tanıyor, zaman zaman ziyaretlerine gidiyordum. Hatta eski yıllarda THY’nin çıkardığı küçük bir dergide yazılar da yazdım. Sonra o dergiye ne oldu, bilmiyorum…
Ahmet Bolat Bey THY Yönetim Kurulu Başkanlığı'na tayin edilince, onu da tebrik etmek için makamında ziyaret ettim. Meğer kendileri de bendenizi tanıyor, fakat çok gezdiğimi bilmiyorlardı.
Kısa bir sohbetten sonra, THY’yi öğrencilik yıllarımdan beri tanıdığımı, hatta 1968 Fransız öğrenci olaylarından sonra Fransa’da hayatın durduğunu, Türkiye’ye dönmem gerektiği hâlde dönemediğimi gidemediğimi, otostop yaparak, Paris’ten Brüksel’e gittiğimi, oradan bir THY uçağı ile Türkiye’ye döndüğümün macerasını anlattım Ahmet Bolat Bey’e...
Böylece THY yetkilileri ne kadar çok gezdiğimi, hatta benim gibi çok gezenlere verilen “Gold” karta bile sahip olduğum için, hemen dünyanın birçok ülkesine gittiğimi, bu gidişlerimde de “egoist” davranmamak için seyahat kitapları yazdığımı söyledim.
Bu tanışmamızdan fazla gün geçmemişti ki, Ahmet Bolat Bey beni arayarak, yakında THY’nin Avustralya’ya da uçuşlarının başlayacağının müjdesini verdi. Arzu ettiğim takdirde bu güzel başlangıcın ilk uçuşuna katılabileceğimi, bunun için bendenizi davet ettiklerini söyledi. Memnuniyetle daveti kabul ettim. Çünkü daha Erzurum yıllarımda Avustralya’ya gitmiş, o gidişimde THY’nin Avustralya’ya uçuşları olmadığı için Avustralya hava yolu QANTAS’la uçmuştum. Bu uçuşum, hayatımın en uzun uçak yolculuğu olmuştu. Meğer yıllar geçince THY gelişecek ve bu çok uzun uçuşlara THY ile gitmek de varmış kaderde. “At binenin, kılıç kuşananındır” derler.
Demek ki, THY bu kadar gelişti. Allah’a şükürler olsun.
Uçuş günü gelince, büyük bir heyetle THY’nın Avustralya’ya yapacağı sefer başlamış oldu. Yol çok uzun olduğu için, Singapur’da mola verdik. Bazı yolcuların uçuşları oraya kadar olduğundan, uçaktan indiler; Singapur’dan Avustralya’ya uçacaklar da burada uçağa alındılar.
Uzun uçak yolculukları hem stresli, hem de yorucu oluyor. Böyle olduğu için, THY yetkilileri lütfedip, uçağa binen en yaşlı sıfatını taşıyan bendenizi de uçağın ön tarafına aldılar.
Singapur’dan itibaren dokuz saat süren bu yorucu ve uzun seyahatten sonra ilk defa bir THY uçağı Melbörn Havaalanı'na inmiş oldu.
Yapılan açılış törenlerinden sonra, heyetler Türkiye’ye döndü. Fakat bendeniz, bazı araştırmalar yapmak istediğim ayrıca zıplayıp tıpış tıpış koşan kanguruları özlediğimden
iki-üç gün fazladan kalıp, kırk sene önce geldiğim Melbörn’de nelerin değiştiğini görmek istedim.
THY yetkilileri, daha doğrusu THY Genel Başkanı Ahmet Bolat Bey lütfedip, bu teklifimi kabul edince, onları İstanbul’a yolcu ettim; ve ben Melbörn’de kaldım.
Milli Görüş Avustralya Başkanı olan Ramazan Ötkün Bey, sadece Milli Görüş Avustralya temsilciliğini yapmıyor; ırkına ve milliyetine bakmaksızın, Avustralya’daki Müslümanlardan kimin bir problemi olsa, ona koşuyor;
o da yardım ediyor.
Daha önceden tanıdığım Ramazan Bey, kendilerinin misafiri olduğum THY yetkililerinin Melbörn’den ayrılmalarından sonra, beni bir otele yerleştirip ilgilenmeye başladı. Kendisine, “kardeşim, sen kendi işlerine bak; Elhamdulillah benim İngilizcem var, başımın çaresine bakarım” dedimse de, sağ olsun beni
hiç yalnız bırakmadı ve bendenizi Epping Mantra diye bir otelde misafir etti.
Kurban olduğum Allah ne güzel şeyler yaratmış! Enva-i çeşit nebatat, tarifi mümkün olmayan bitkiler, ağaçlar, ormanlar, nehirler, denizler; ve o çok sevdiğim; tırmana tırmana bıkmadığım ve de doymadığım dağlar… Bu yaratıkların içerisinde en güzeli ve mükemmeli insan olduğunda şüphe yoktur elbette! Ama insanın yanında, Allah’ın öylesine acayibu’l-ğaraib dediğimiz mahlûkları vardır ki, hemen bunların hepsi insanın emrine verilmiş, bunlar içerisinde insana “eşrefu’l-mahlukât”/yaratılmışların en yücesi denilmiştir.
Melbörn parklarında oradan oraya zıplaya zıplaya oynayan kanguruları görünce, bizim Pervari’nin Çürük Dağında, Harekol’un uçurumlarında, kayadan kayaya atlayan dağ keçilerini hatırladım. İster istemez dudaklarımdan bir türkü sözü döküldü:
“Şu dağlarda kar olsaydım olsaydım…
Bir âsî rüzgâr olsaydım olsaydım”
Aman ya Rabbi ne güzel yaratık bu kangurular! Sanki Siirt’in meşhur xırpani oyununu oynuyorlardı!
Ne kadar da idmanlı, ne kadar da zarif yaratıklar!
Ayıp olmasın amma, onlarla “xırpani” oynayasım geldi…
Oynayasım gelmesine geldi amma; bende ne arar kangurunun o nazik, o nazik olduğu kadar da güzel ve atik ayakları…
En iyisi ben kendi oyunumu; kanguru da kendi oyununu oynasın…
Garip ve yürek burkan bir manzara
Kanguru park-bahçesinde, kanguruların zarafetine dalmış gitmişken, birden mezar gibi bir şey takıldı gözüme…
Rehberim Ramazan Bey’e dönüp,
-Ramazan, bu eski mezara benzer şeyler nedir? diye sordum.
Ramazan;
-Aaah Hocam sorma onları… ben de onları gördükçe içim yanıyor. Bunlar Aborjinlere ait mezarlar… Biliyorsunuz ki, Avustralya’nın ilk yerli halkının adıdır “Aborjin”. Fakat maalesef İngilizler burayı işgal ettikten sonra bu Aborjinleri öyle ezmişler ki, neredeyse insana benzer taraflarını bırakmamışlar! Bu zavallıların bilmedikleri uyuşturucuları bunların başına belâ etmiş ve âdeta onları insan olmaktan çıkarmışlar. Parkların, bahçelerin köhne köşelerinde uyuşturularak, benliklerinden soydukları bu zavallıları, öldüklerinde; bu parktaki çöplüğü yanına gömüp bırakıyorlar. İşte bu gördüğün mezbelelik de o zavallılara ait bir mezar(!)dır… Tamamen uyuşturulan bu zavallı insanlar, bu şekilde terkedilmiş parklara sığınır; bir köşesinde ölür; bir çöp arabası da gelir üzerine biraz toprak atarak, güya örterek mezar yapar…
Bir-iki kanguru derisi satın alıp, İstanbul’da oturduğum evin salonuna sermekle ne güzel etmişim! Onların o uzun, zarif kuyruklarını görünce, sanki Melbörn’deki “kanguru parkı”na tekrar girmiş oluyorum.
Fakat kanguru parkında gördüğüm o Aborjin mezarları hâlâ gözlerimin önünde; ve hâlâ insanların mazlumlarına ağlıyor; zalimlerine kahrediyorum; belâ okuyorum… Gazze’nin mütevazı bir parkında oynamakta olan beş yaşındaki Filistinli çocuğun, Yahudi canilerce katledilmesine insan olan dayanır mı/sabreder mi Kur’an’ın lanetlediği
Yahudi katillerinden başka…
Ama Allah bu günâhsızların intikamını mutlaka alacaktır cani Yahudilerden ve Yahu-dilere destek olanlardan...
Sevgili Ramazan Hoca beni Melbörn’de gezdirirken, kaldığım otele yakın bir semtten geçiyorduk ki, birden bana;
-Hocam! Buraya yakın bizim çok iyi bir doktor hanım kardeşimizin muayenehanesi var. Ona da bir selam verip, hatırını soralım mı? Çünkü bu kardeşimiz hem seni tanıyor, hem de kitaplarını okuyor. Fakir Müslümanlara da çok yardımda bulunuyor, dedi. Ben de memnuniyetle kabul ettim ve Dr. Gülsema Temel Şahin Hanımefendi'nin muayenehanesine gittik. Bizi gören Dr. Gülsema Hanım o kadar memnun oldu ki, neredeyse bendenizin İhsan Süreyya olduğuna inanmayacaktı. Fakat beni oraya götüren Ramazan Bey, maruf bir kişi olduğundan, yanlış bir kişiyi Dr. Hanıma’a götürmesi muhaldi. Dr. Gülsema Hanım bize kahve ikramından sonra, biraz arızalı olan kulaklarımı lütfedip muayene ettikten sonra, “Hocam sana kulaklık verelim; rahat edersin” dedi. Ben de teşekkür ederek, “olur” dedim. Fakat ben bu kulaklıkların ne kadar pahalı olduğunu bildiğimden, bende de o kadar para olmadığından, biraz endişeye düştümse de, kendi kendime, “Gereken parayı Ramazan Bey’den alır, sonra ona öderim” diye düşünüp, o şekilde Ramazan’la anlaştık. Anlaştık amma, doktor hanım ücret almak istemedi. Ben de illa para vermek istediğimden, lütfen 100 dolarımı kabul edip, hâlen kulağımda kullandığım kulaklıkları pakete sarıp bize verdi.
Bu alicenaplığından dolayı kendisine teşekkür edip, vedalaştık ve muayenesinden ayrıldık…
Müslümanlar Melbörn’de çok güzel müesseseler kurmuşlar. Sanatkârlar, fabrikatörler; güzel güzel lokantalar, okullar vs.’ler insanın içine ferahlık veriyor.
Hele bir okullar kompleksi diyebileceğim; ana okulundan, liseye kadar olan öyle bir müessese vardır ki, neredeyse Türkiye’de bu şekilde bir eğitim kompleksi göremedim. Bütün bu kompleksin başında da çalışkan bir hoca hanım canla-başla çalışıyor: CEO, Aynur Şimşirel.
Cıvıl cıvıl, rengârenk derileri olan o okul çocuklarını görünce, okuyucularım tuhaf karşılasalar bile bunlar arasında bir daha öğrenci olasım geldi…
Değişik milletlerden/ırklardan hayat dolu çocukları görünce âdeta kendime geldim! Demek ki bir yerde kullar çeşitli bahanelerle “İslâmî yaşam”a müsaade etmeyince, Allah başka yerlerde kapılar açıyor: Tortumlu’nun dediği gibi: Erzurum nire, Avustralya nire?
Sevgili Ramazan Hoca, içimde bir ukde olarak kalmaması için, iki günlüğüne uçakla Sydney’e gönderdi. Oradaki arkadaşlar da sağ olsunlar; karşılayıp otele yerleştirdiler.
Sydney, Melbörn’e benzemiyor. Süper modern; fakat modernliğine rağmen şehrin bazı yerlerindeki tarihî eserleri çok güzel korumuşlar; koruyorlar… Bir sokaktan geçince asırlar öncesinden kalma kiliseler, Orta Çağ Avrupa şehirlerini hatırlatan kıvrım kıvrım dar sokaklar, bu sokakların sağında, solunda hâlâ ayakta olan Orta Çağ kalıntıları evler, balkonlarındaki saksılardan aşağıya doğru sarkmış rengârenk çiçekler, hatta kapı tokmakları bile sizi eski bir Endülüs evine ya da Bursa’nın eski mahallelerindeki bir Osmanlı malikânesine götürüyor…
Bu dar ve tarihî sokakları bırakıp limana indiğinizde, bu sefer “modernizm” sizi karşılıyor…
Zaman zaman bizim İstanbul’un Marmara’sını geçip, Eminönü’ne, Eski Karaköy limanının biraz ilerisindeki yeni limana, Sarayburnu’na demir atan Kuzey Avrupa’nın o dev kurvaziyer gemilerine benzer “Okyanus Gemileri” devasa gövdelerini denizin derinliklerinde serinleten “gök delen gemiler”i, seyr u temaşa etmeniz için sizi bekliyorlar. Kim bilir? Belki de bunlardan bir tanesi, birkaç saat sonra demir alacak ve de İstanbul’a doğru okyanusa açılacak?
Sydney’de kaldığım otelin önünden bir kanal geçiyordu ki zaman zaman küçük gemilerin üzerinde yük taşıdıklarını görüyordum.
Sabah kahvaltısından sonra, bu kanalın kenarında, birbirlerine kur yapan kuşlar -ki çoğu değişik değişik güvercinlerdi- arasında hem hava almak, hem de Sydney halkının sabah hayatlarını yakından görmek üzere yürüyüşe çıkmıştım. Kanal kenarında yürürken, kanal üzerindeki bir köprüye yakın boş bir bank gördüm ve biraz dinlenmek üzere o banka oturdum. Üzerine oturduğum bankta, kanal sularında oynaşan ördekler, yol kenarında birbirlerine kur yapan güvercinleri seyre dalmış bakarken, birden üzerine oturduğum bankın görünen bir kenarına dehşetengiz bir yazı yazıldığını gördüm. Yazıya baktım, sonra bir daha baktım ve nihilizm karışımı modern (!) düşünceye lanet ettim. Nankör insanoğlu! Ne istersin ki Yaradan’dan? Toplumu iğrenç felsefeleriyle cehenneme çevirmiş olan siz insan kılıklı mahlûklar; ne istersiniz Yaradan’dan? Allah’ın sana beş parmaklı yarattığı elini, yedi parmaklı yapsana! Hitap ettiğim bu melunlar, şöyle yazmışlardı oturduğum bankın kenarına: Religion is Cancer (Din Kanserdir).