Doç. Dr. Abdullah İnce / Sakarya Üniversitesi Din Sosyolojisi Anabilimdalı Öğretim Üyesi
Latince üniversitas sözcüğünden gelen üniversite, üniversal kimliğinin gereği olarak bağımsız tüzel kişilik, mesleki ve entelektüel çeşitlilik, bilgi üretimi; bunlara bağlı olarak fikrin ve kamu düşüncesinin sesini yükselten, ulusal zevki incelten, bilgi hiyerarşilerini düzenleyerek siyasal kudretin kullanılmasını kolaylaştıran kurumdur. Üniversitede, bilimsel üstünlük ve akademik yetenek ağır basar.
Batıda Kilise merkezli, İslam dünyasında medrese olarak örgütlenen yükseköğretim kurumları, 19. yüzyıldan itibaren yeni bir paradigmayla, modern devletin kararlarını dayandırabileceği kesin bilgi gereksinimini karşılayan başlıca kurum oldu.
1982 Anayasasında üniversiteye “milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek gibi misyonlar yüklenmiş; bilimsel özerkliğine vurgu yapılmış, çağdaş eğitim-öğretim esaslarına dayanacağı vurgulanmıştır. Çağdaş eğitim esaslarına bağlılık vurgusu, tek parti iktidarının sonuna doğru açılan Ankara İlahiyatın kuruluş kanununda da yerini almıştır.
Gulbenkian Komisyonu, modern dönemde meşru bilgi konusundaki epistemolojik mücadelenin insanların dünyasıyla ilgili bilgiyi kimin denetleyeceği konusuna uzandığını belirtir. Bizde de muasır medeniyetler seviyesine ulaşma hedefi, bir Türk insanının çağdaşlık kriterini, gündelik hayatında pozitif bilim ve teknolojinin otoritesine ne kadar müracaat ettiğine göre belirlemiştir.
2000’li yıllardan sonra Türkiye’de üniversite sayısının artması planlama ve altyapı eksikliği, kalitenin düşmesi gibi gerekçelerle eleştirildi. Ancak Türkiye’de üniversite olgusu ülke konjonktürü, üniversitelerin yönetimi, ekonomik gelişme hedefleri ve öğrencilerin gelecek planlaması boyutlarıyla daha ayrıntılı tartışılmalıdır.
Türkiye’de 2000’li yıllara kadar üniversitelerin sayısının sınırlı olması, üniversitelerin, sınıfsal ayrımları pekiştirecek elitist karakterini sürdürmesini kolaylaştırıyordu. Siyasi ve dini boyutuyla gündeme gelen başörtüsü yasakları da bununla ilgiliydi. Başörtüsü yasağı, üniversitenin elitist yapısını yedeğine alarak çevrenin merkeze yürüyüşünü engellemenin bir aracıydı. Epistemik cemaat kendine tanınan ayrıcalıkları kimseyle paylaşmaya yanaşmıyordu. Hüsamettin Arslan, kitabının temel amacını bir bilim ideolojisi ya da ortodoksiye inanan epistemik cemaatin bilime yaklaşımını eleştirmek olarak belirlemiştir. Bilim ideolojisinin mensupları, ortodoksi dışındaki bir geleneğin ne sosyal ne de siyasal alanda yaşam hakkının olduğuna pek inanmıyordu. AK Parti’nin ilk dönemlerinde değişime direnerek iktidara karşı yürüyen cüppeli gruplardan birinin üniversite hocaları olması eski Türkiye’de inşa edilen statükoyu yansıtıyordu. Dolayısıyla Türkiye’de son dönemde üniversitelerin sayısının artırılmasının bir nedeni haklı gerekçeleri bulunan tekeli kırma arzusudur. Üniversite tartışmalarında ıskalanan bu konu Boğaziçi örneğinde, tekelin hala sürdürülmek istendiğini göstermektedir.
Bu anlayış bilimin önünde de hala bir engeldir.
Eski üniversitelerde oluşan geleneğin korunması ve tevarüs edilmesi kurum kültürü açısından çok önemlidir. Üniversitelerimizin kuruluşuna kaynaklık eden Alman geleneği başta olmak üzere bazı ülkelerden esinlenerek oluşturduğumuz kültürü bir kazanç olarak görüyorum. Ancak kazancı toplumsal faydaya dönüştürme ve ülke gerçekleriyle buluşturmada yeterince başarılı olamadık. Bahsini ettiğim geleneklerin ülke gerçeklerini dikkate alarak kendini güncellememesi akademinin bugünkü problemlerinin, elitist karakterinin ve bazen hastalık derecesine varacak düzeyde kendi toplumuna başkasının gözüyle bakmasının temel sebebidir.
“Eski” üniversitelerin kaliteli olduğu algısı nereden geliyor ve kalitenin göstergeleri nelerdir? Bir üniversitenin sadece eski olması başarıyı garanti etmiyor. Aksine konformizmden taviz vermeyen bu bakışın “yenileri” küçümseyerek ve değersizleştirerek işin içinden çıkmaya çalıştığını düşünüyorum. Covid 19 pandemi sürecinde “yerli aşı”nın Kayseri’de bir üniversitede üretilmesi başarı kriterine dair bir fikir veriyor kanaatindeyim.
Fırsat eşitliği açısından çoğu yerde her fakülte/bölümün olması iyi bir şey. Rekabeti artırır, özgünlüğü besler. Ancak üniversite planlamasında sorun dengeyi koruyamamaktır. Daha Türkçesi, sorun çok üniversite açılmasında değil hızlı, plansız açılması ve sürecin başlangıçtaki planlamaya sadık kalmadan ilerlemesidir. Üniversiteyi ekonomik bir kaynak olarak görmek ve bunu siyasi yönetime oya tahvil edecek bir araç olarak sunmak daha da büyük sorundur. Ve burada merkezi iktidar kadar yerel dinamikler de sorumludur. Üniversite yönetimlerinin, etki gücünü artırmak için onu da açalım bunu da açalım hevesi sorunu derinleştirmektedir. Bölgesel kalkınma ya da belirli sektörlere kaynaklık etme düşüncesiyle açılmış butik üniversiteler bile bir süre sonra bütün bölümleri açma yarışına girmektedir. Bunu motive eden şeylerden biri, etki gücünü hükmettiği insan sayısı ve bütçe ile ölçen yönetim mantığı ile başarıyı üretkenlik yerine genişlik, büyüme vb. sayısal göstergelerle ölçen zihniyettir. Hatta asgari öğretim üyesi şartını zor sağlayan bir fakülte bile birinci öğretim, ikinci öğretim yetmezmiş gibi uzaktan eğitime heveslenmektedir. Demem o ki bölüm/fakülteden daha öncelikli sorun kontenjan aşırılığıdır. Ayrıca bu yaklaşım üniversiteyi yüksek lise olarak görme mantığına dayanmaktadır.
Üniversite sorununu, üniversiteyi zihinsel olarak konumlandırma biçimimiz ve üniversiteden beklentilerimizle de ele almak gerekir.
Eğitim nesilleri geleceğe hazırlar. Üniversite de bunun ayrılmaz parçası olarak nesillerin entelektüel donanımı güçlendirmek yanında mesleki bakımdan yetişmiş insan kaynağını besler, sektörlerin ihtiyacını karşılar. Sürdürülebilir kalkınma için bu konu oldukça kritiktir. Bu sebeple, üniversitelerin çokluğundan yakınmak yerine eğitimin kalitesini, ekonomik ve sosyal kalkınma için nasıl planlanacağını konuşmak daha doğru bir yaklaşımdır.
Peki gerek üniversite kurumunun gerekse toplumun meseleye bakışı bu bakışla ne kadar örtüşüyor? Üniversitelerin fakülte/bölüm planlaması çığırından çıkmıştır. Üniversiteler daha fazla öğrenci alma, daha fazla kadro olma, daha fazla büyüme-genişleme stratejisiyle hareket ediyorlar. Araştırma üniversitesi hedefleri bile örtük bir şekilde daha fazla bütçe ve insan kaynağı beklentisi üzerine kurulu görünüyor.
Sadece büyüme stratejisiyle hareket etmenin doğal sonucu kalitenin düşmesidir. Biraz merak eden herkes bilir ki bölümüne 100 soru yaparak gelen öğrenciyle 50 soru yaparak gelen arasında anlayış, kavrayış, analiz vb. fark barizdir. Ancak mesele artık bu seviyede bile değil. Bazı bölümlere eksi netlerle gelen öğrencileri konuşuyoruz. YÖK’ün bu günlerde açıkladığı ikinci öğretimleri kapatma kararı bu konuda atılmış olumlu bir adımdır. Ancak YÖK açık öğretim sorununu ele almazsa bu da eksik kalır.
Üniversite eğitimi binası, hocası ve sair giderleri ile düşünüldüğünde ciddi bir kaynak gerektirir. Bu kaynağın verimli kullanılmasının yolu harcanan kaynakla çıktı düzeyinin ilişkilendirilmesidir. Daha açıkçası “Üniversite okuyamayacağı daha baştan belli olan bir kitleye bu kadar kaynak ayırmak ne kadar akıllıcadır?” sorusu geç kalmış bir sorudur.
Kaldı ki bu işin bir de GSB/KYK boyutu vardır. Son yıllarda ülke olarak gençlere sağladığımız barınma kapasitesi takdire şayan bir düzeydedir. Geçtiğimiz yıllarda yapılan açıklamalara göre daha ilk yerleştirmelerde müracaat eden öğrencilerin yüzde 85’i devlet yurtlarına yerleştirilmiştir. Bu seviye, sosyal devlet göstergeleri bakımından oldukça iyi bir seviyedir. Konaklayacak yer bulamadığı için bir gencin üniversite okuyamaması bir ülkeye ayıp olarak yeter. Sektörün içinde olanlar KYK imkanlarının vasatın altında olmadığını hatta özel yurtların çoğunda sağlanamayan imkanların buralarda sağlandığını bilir.
Ancak kaynakların sınırlılığı sebebiyle tasarruf tedbirlerinin uygulandığı bir vasatta başarı düzeyine bakmaksızın bu kadar öğrenciyi barındırmak ülkeye sağlayacağı fayda-maliyet-çıktı bakımından yeniden gözden geçirilmelidir. Bu kadarına gerek var mı? Eksi netle gelen bir öğrenciyi, çok düşük puanlarla sıradan bir bölüme gelen bir öğrenciyi, sözelde bile beş yüz bininci bir milyonuncu olmuş bir öğrenciyi her türlü masrafını karşılayarak yurtta barındırmakla geleceğe dair ne tür bir beklentiye girmeliyiz.
Hiçbir sorun tek başına siyasi ya da tek başına toplumsal değildir. Her üniversite kendini Oxford her aile çocuğunu Einstein zannetmekten vazgeçmelidir. Gerçeği görerek ayaklarımızın yere basması buna bağlıdır.
Üniversite, yıllarca ülkemizde statü değişiminin başat aracı oldu. Bu sebeple ailelerin çocuklarına yönelik beklentisinin önemli bir kısmı hala üniversite üzerine kuruludur. Ancak artık üniversite okumanın bir işi/mesleği garanti etmediği bilinen bir gerçektir. Bunda üniversite sayısının artması, üniversiteye giden öğrencinin baştan düşük profilli olması, üniversitelerin kalitesinin düşmesi gibi unsurlar birlikte etkilidir.
Aileler artık mutlaka üniversite okusun düşüncesi yerine hiç alınganlık yapmadan “Benim çocuğumun kapasitesi nedir?” sorusunu sormalıdır. Aksi yöndeki zorlamalar öğrenciye de hocaya da ülkeye de külfettir. Zorlama halinde aileler gerçeği kabullenmeyi sadece birkaç yıl ertelemektedirler. Ancak gerçeklerden kaçmak gerçeği değiştirmiyor. Eğer çocuklarının geleceğini düşünüyorlarsa ailelere düşen kendi imkanlarını, hayat şartlarını, çocuklarının kapasitelerini bilerek bir gelecek planlaması yapmaktır. Çok basit bir hesapla bir öğrencinin aileye ya da devlete 4-5 yıllık maliyeti ve sonuçta ortaya çıkan ürün bağlamında rasyonel bir hesap aileleri de gençleri de daha az hüsrana uğratır. Bir genç üniversiteye harcadığı süre zarfında gelecekte çok ciddi gelir elde edeceği bir meslek öğrenebilir.
Konuyla ilgili bir önerim de şudur; her ilde bir üniversitenin her ilde ya da çok yakın bir ilde çoğu bölümün bulunduğu ülkemizde artık üniversiteler ortaöğretime benzer şekilde merkezi/bölgesel yerleştirmeye geçmelidir. Belirli bir standardın üzerinde olan üniversite veya bölümler sınavla alan liselerde olduğu gibi sınavla almaya devam eder. Diğerleri adrese dayalı olarak yerleştirilir. Böylece yurt/konaklama için devletin harcayacağı kaynak olabildiğince minimize edilmiş, mezun olduğunda bir beklentisi olmayan öğrenciler de ailelerinden kopmamış olur. Bu planlama üniversitelerin gerçekçi gelişimine de katkı sağlar.
Üniversitenin aileden bağımsız olarak okunması öğrencinin özgüven kazanması, yaşam deneyimi bakımından oldukça önemli olmakla birlikte bu konunun geçmişe göre farklılaştığını düşünüyorum. İletişimin bu kadar ileri olmadığı dönemlerde oldukça önemli olan farklı kültürleri deneyimleme olgusu bugün biçim değiştirmiştir. Kültürlenme ve kültürleşmenin araçları artık çok farklı.
Son olarak bir konuya değinmek istiyorum. Maalesef üniversite gençliğinin sosyalleşme ağları, ahlaki ilişkileri, hayata bakışları, toplumsal değerleriyle ilişkileri ne ülkeyi yönetenleri ne de aileleri memnun edecek düzeydedir. Büyük bir öğrenci kitlesinin de bu durumdan memnun olmadığını düşünüyorum. Bir üniversite hocası olarak gözlemlerim, öğrencilerin epeyce bir kısmının üniversiteyi sosyal kontrol mekanizmalarından ve sorumluluktan uzak, çoğu zaman ciddi bir amacı olmaksızın bir süre takılacağı bir yer olarak gördüğünü göstermektedir. Esasında üniversite öğrencileri ile muhatap olan resmi-sivil ilgililerin büyük bir kısmı durumun farkındadır. Ancak popülist siyasi ve ekonomik kaygılar, ne yapılacağı konusundaki kararsızlık-bilinmezlik gibi sebepler bu durumun ilgililerin gündemine girmesini zorlaştırmaktadır.
Üniversite mevcut haliyle bir turist kültürü yaratmaktadır. Bu kültür gençleri ülkeye, değerlerine ve bütün olarak topluma yabancılaştırmakta, geleceği hakkında gerçekçi bir planı bulunmayan ve problemlerini erteleyerek çözümsüzlüğe iten bir vasat doğurmaktadır.