...dünden devam
Basına yansıyan o acı, hazin ve ayıplı görüntüler asla unutulmuş değildir, daha dün gibi hafızalarda yaşamaktadır.
Sorgusu, suali, neyin, ne olduğu anlaşılamayan bu ayıplı süreç sonrasında, 365 kahraman tutuklanıyor, emeklileri Silivri; muvazzafları; Hasdal, Maltepe ve Mamak cezaevlerine gönderiliyordu.
Ve ne acıdır ki! Suskunluğun, korkunun hâkim olduğu, adeta çıt çıkaranın aynı akıbete uğrayabileceği psikolojisinin yaratıldığı bir ortamda; kimilerine göre cezaevi hayatı ama onlar için yeni bir görevin kahramanlık öyküsü başlıyordu.
Millet şaşkın, dünya şaşkın, herkes birbirinden haber almanın peşine düşmüştü.
Ama şaşkın olmayan bir kesim vardı ki! Onlar, bu kurgulanmış sonradan ‘kumpas’ denilecek bu operasyonu yapanlarla, beraber yürüdük biz bu yollarda diyerek kendi tarihini yazdıklarını sananlardı.
Adeta bir dönemden, bir dönemin komuta kademesinden intikam alını-yordu. Yandaş medya! Yandaş TV kanalları! Yandaş ve ‘taraflı’ yorumcular!
Tutuklamalar arttıkça atılan ‘sevinç çığlıklarıyla’, ‘askeri vesayetten kurtuluyoruz’ şamatasıyla, her gün her gece yaratılan haberler, ekranlara yansıyan o bilinen görüntüler, had bilmez yorumlarla; o kahramanlar için tam anlamıyla bir itibarsızlaştırma kampanyası başlatılmıştı.
Bu ‘çokbilmişler kumpanyasında’ rol alanların tamamı sanki bu davanın savcısı, hâkimi olmuşlar; tutukluların tamamını daha ilk günlerde yargısız infaz etmişlerdi.
O kahramanların, yiğit komutanların bu had bilmezlere elbette verecekleri yanıt vardı. Ama onlar Silivri’nin zifir gecelerinde; kalın duvarlı, demir parmaklıklı ceza evinde tutsak alınmışlardı.
Beklediler, sabırla, inançla, büyük bir metanetle. Çünkü suçsuzdular, haklıydılar, yargıya inançları tamdı. Bir şeye daha çok inandılar!
Biliyorlardı ki, onları yetiştiren ocak, o dönemin komutanları onları yalnız bırakmayacaktı. Beklediler! Kulakları Ankara’daydı, komuta katındaydı, suçlandıkları süreçte onlara komutanlık yapanlardaydı. Önce bir ses duydular; o süreci en iyi bilen, onlara komuta eden ama tutuklandıklarında emekli olan en üst komutandan:
"Kasaptaki ete soğan doğranmaz.", "Böyle bir şey varda diyemem, yok da diyemem." Şaşırmışlar, şok olmuşlardı.
Ankara’daki komuta katından gelen yanıt ise; derin bir sessizlik olmuştu!
Ne yazık ki, yalnız bırakılmışlardı, yalnızlardı…
Kimileri onları yalnız bırakmıştı ama o yiğitlerin arkasında en az onlar kadar yiğit, korkusuz hayat arkadaş-ları, evlatları, anaları, babaları, emeklisiyle, muvazzafıyla, onları tanıyan, tanımayan pek çok silah arkadaşları onların arkasında en büyük gücü ve moral kaynağını oluşturdular. Her biri bir kale gibi korkusuzca durdu bu yiğitlerin arkasında, hiçbir zaman yalnız bırakmadılar.
Silivri esaretinde zaman ilerledikçe, davanın üzerindeki sis perdesi kalktıkça, gerçeklerin sesi; yalanlara, senaryolara, dijital verilere, üstüne üstlük; ‘Ben bu davanın savcısıyım’,’Türkiye bağırsaklarını temizliyor’, ‘İyi ki, bu komutanlarla savaşa girmemişiz’ söylemlerine galebe çalıyordu.
Önce ‘vardiya bizde’ diyen bir avuç cesur yüreğin sesi duyuldu. Silivri cezaevinin tam karşısına kurulan ‘özgürlük ve hukuk’ çadırı onlara ses verdi. Sonrasında ise; yurdun dört bir yanından ‘sessiz çığlıklar duyuldu.
Davanın dayandığı iddianamenin içini dolduran dijital verilerin kurgulandığı/sahteciliği raporlarla ispatlanmaya başladıkça, hak ve hukuk tanımayan bu süreci gören milletimizin ezici bir çoğunluğu; bu davayı vicdanen kabullenmemeye başlamıştı.
Arkalarında sadece aileleri, silah arkadaşları değil; vicdanının sesini dinleyen hukukçular, bilinen gazeteciler, sivil toplum kuruluş temsilcileri, bilinen siyasiler, en önemlisi vicdanı hür ve bütün yurttaşlar vardı. Hakkın sesi, vicdanın sesiyle birleşmiş. Silivri yolları binlerce, on binlerce Atatürk sevdalısının korkusuz yüreği ile buluşmuştu.
Duruşmalar, duruşmalar… Kurgulanmış, sahteciliği birçok kez alınan raporlarla ispatlamış dijital verilere da- yanan bir iddianame karşısında; adil bir savunma hakkı kullanılamadan ge-çen aylar, uzun yıllar, ceza gibi geçen upuzun bir tutukluluk süreci.
Tarih; 21 Eylül 2012 ve sonuç:
256 kahraman mahkûm oldular. Kimisi müebbet, kimisi 16-20 yıl arası ceza aldılar. Verilen bu karar ve cezalar o kadar büyük bir nefretin sonucuydu ki, bu karar sonucunda babalık ve kocalık haklarından bile mahrum bırakıldılar.
(Devam edecek)