Yıldız Holding Yönetim Kurulu Üyesi, pladis ve GODIVA Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker, 'Üçüncü dünya savaşı çıkarsa Türkiye ne olur?' başlıklı bir yazı kaleme aldı.
Ünlü tarihçi Niall Ferguson'ın Bloomberg'de yer alan analizlerine atıf yaparak açıklamalarda bulunan Murat Ülker, geçmişte yaşanan savaşların unutulmasının ve günümüzde artan jeopolitik gerilimlerin dünya barışı için ciddi riskler taşıdığını belirtti.
Ülker, yazısında şu ifadelere yer verdi;
Ünlü tarihçi Niall Ferguson 11 Şubat’ta Bloomberg’e “Eğer 3. Dünya Savaşı Hayal Bile Edilemez Diye Düşünüyorsanız, Bunu Okuyun” başlıklı bir köşe yazısı yazmış. Yazıya “Yenilgiyi Hayal Edemiyor Muyuz?” şeklinde ilginç bir şekilde başlamış. Ferguson Amerikalıların Afganistan’daki mağlubiyeti çabuk unuttuklarını yazıyor. “Çin’in teknolojik üstünlüğü sayesinde Tayvan krizinden kaynaklanabilecek olası 3.Dünya Savaşı’nı kazanması hali niçin ihtimal dahilinde olmasın?” diye soruyor. Amerika’ya güvenilemeyeceğini Vietnam’da kaybedenin aslında Vietnam halkı olduğunu söylüyor.
Şimdi ben size soruyorum, “3. Dünya Savaşı Çıkar mı?” Ama önce diğer iki dünya savaşı nasıl çıkmış ve nasıl sonuçlanmış bir bakalım diyorum (*):
Birinci Dünya Savaşı, Kıta Avrupası’nın iki büyük gücü Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın, esas olarak Britanya ve Fransa tarafından neredeyse tamamen kontrol edilen dünya ticaretinden daha fazla pay almaya çalışma savaşıydı. Savaş bittiğinde, Britanya ve Fransa, savaşın galibi oldukları halde, eski sömürgeci düzenlerini koruyamadılar. Savaşla birlikte Osmanlı, Rus, Avusturya-Macaristan ve Almanya imparatorlukları son buldu. Dünya değişiyordu. 1917de bir devrimle iktidara gelen komünistler, uzun süren bir iç savaşın ardından eski Rusya coğrafyasının neredeyse tamamında sosyalizmi egemen kıldılar.
İtalya’da ve Almanya‘da faşizm, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra doğal olarak iktidara geldi. Her iki ülkenin de faşist partileri, uluslarını savaşa hazırlamayı ve intikamı vadetti. Ve sonuçta bu iki faşist hareket 2. Dünya Savaşı’nı başlattı. Büyük iktisatçı John Maynard Keynes’in daha 1. Dünya Savaşı biter bitmez tahmin ettiği gibi…
En çok kabul gören tahmine göre 60 milyon yani 20m asker, 40m sivil insan ölmüştür. Ölen halkın çoğu soykırım, katliam, stratejik bombardıman, bulaşıcı hastalık ve açlık nedeniyle öldü.
Savaş sonrası dünya “komünistler” ve diğerleri diye ikiye bölündü. “Soğuk Savaş” adı verilen bir dönem başladı. Bu dönemin ayırt edici özelliği, sıcak çatışma yaşanmamasına rağmen bir tarafta Sovyet Birliği ve diğer tarafta Amerika Birleşik Devletleri’nin bütün dünyayı birkaç defa yok etmeye yetecek ölçüde nükleer silah üretmiş olmalarıdır.
Buyurun okuyalım…
(*)Berkan, İ.(2023). İnsanlığın Kısa Tarihi, The Kitap Yayınları, ss.256.
Bu sorunun cevabını verebilmek için önce 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya savaşlarını hazırlayan nedenlere ve sonuçlarına şöyle bir bakalım:
Birinci Dünya Savaşı, Kıta Avrupası’nın iki büyük gücü Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın, esas olarak Britanya ve Fransa tarafından neredeyse tamamen kontrol edilen dünya ticaretinden daha fazla pay almaya çalışma savaşıydı. Denizleri kontrol eden Britanya dünya ticaretini merkantilizm döneminden beri kontrol etmekteydi.
Savaşa fırsatçı gerekçelerle katılan Rusya, Avusturya-Macaristan’a karşı Balkanlar’daki çıkarlarını savunduğu iddiasındaydı. Osmanlı’nın da savaşa katılmasıyla Rusya bu kez amaçlarına İstanbul’u aşıp sıcak denizlere inmeyi de ekledi. İtalya, önce Almanya ve Avusturya-Macaristan’la iş birliği içindeydi ama kısa zamanda taraf değiştirdi, Britanya ve Fransa’nın yanına geçti, böylelikle Afrika’daki çıkar alanını genişletmek istiyordu.
Osmanlı da başta Britanya, Fransa ikilisiyle birlikte olmak istedi ama Britanya bunu istemedi. Çünkü “Hasta Adam”ın artık iyi olmayacağını görmüşlerdi. Osmanlı ise birkaç yıl önce Balkan Savaşı’yla kaybettiği “anavatanını” geri almak ümidiyle Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın yanına geçti. Halbuki asırlarca onlarla aynı topraklardaki emelleri için karşı karşıya çarpışmışlardı.
Savaşın bir başka katılımcısı olan Japonya, Rusya ile Asya’nın öteki ucunda ciddi bir güç mücadelesi içindeydi; Çin’i kısmen işgal etmiş, Kore Yarımadası’nı ise sömürgeleştirmişti. Alanını genişletmek istiyordu. Japonya’nın bu sömürgeci emelleri, Güney Doğu Asya (Pacific Rim) bölgesinde bizimle Balkan Devletleri arasında halen süregelen bir husumetin benzerini oluşturmuştu.
Savaş, tüm dünyayı sarmıştı. Ama ağırlık merkezi ister istemez Alman ordularıyla Fransız ve Birleşik Krallık ordularının karşılıklı siperlere saplandığı Fransa’ydı. İki taraf burada yıllarca siperlerde savaştı, kimyasal silah kullandılar. Bu çok kirli bir savaştı. Savaşta tarafların kurmayları satranç hamleleri benzeri türlü manevralar yaptılar. Mesele Alman kurmaylar, vahim coğrafi şartlara rağmen sırf düşmanın dikkatini dağıtmak için Sarıkamış’ta düşmanla bile karşılaşmadan koca bir Osmanlı ordusunu yok etmişlerdi. Kurmaylara göre, Osmanlı ile Kafkasya’da uzun bir savaş yürütmek zorunda kalacak olan Rusya, Avrupa’dan Kafkas cephesine asker kaydıracak, Rusya ile savaşında rahat bir nefes alacak olan Almanya da Doğu Cephesi’nden bazı askerlerini Fransa’ya getirip savaştaki dengeyi lehine çevirecekti.
Halbuki böyle olmadı, bilakis Osmanlı bütün Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz’i kaybetti; Rus işgali gerçekleşti. Britanya ve Fransa’nın Çanakkale çıkartması da benzer bir hamleydi. Böylelikle Osmanlı aradan çıkacak, Rusya rahatlayacak ve Almanya batıdan Doğu Cephesi’ne asker kaydırmak zorunda kalacaktı. O da olmadı. Fransız ve İngiliz donanmalarının ağır yenilgisine ilaveten on binlerce Anzak ve Hint askeri de öldü. Karşılığında bizse gelecek nesil diyebileceğimiz lise talebesi gençlerimizi bile feda ettik. Evet destan yazmıştık, Çanakkale geçilmezdi! Hala en büyük kaybı verdiğimiz bu zaferimizi kutlarken acaba düşmanın Mondros Ateşkes Antlaşması sonrası tek kurşun atmadan İstanbul’u işgalini de hatırlasak ve askeri ittifak ve kurmay hatalarımızdan aldığımız dersleri de mi konuşsak. Belki kamunun da okuyup anlayacağı biçimde savaşlarımızın gerçek nedenleri ve hatalarımızın sebeplerini emekli kurmaylarımız yazsa da okusak, anlasak.
Osmanlı’nın Mısır’a yönelik Kanal Seferi yine benzer bir satranç hamlesiydi. Böylece Britanya’nın Batı cephesine asker takviyesi engellenecekti. Ama bu macera da Osmanlı’ya pahalıya mal oldu, bütün Arap Yarımadası’nı ve Filistin ile Suriye’yi kaybettik. Bir başka örnek; Bugünkü Polonya toprakları içinde Türk şehitlikleri var çünkü Osmanlı, Almanya’ya yardım için oralara (Galiçya cephesi) asker göndermişti.
Batı cephesinde yıllarca siperlere saplanıp ilerlemeyen savaş, Amerika Birleşik Devletleri’nin Britanya ve Fransa’nın yanında savaşa katılmasıyla şekil değiştirdi. Almanya ve Avusturya-Macaristan hızla yenildi. Bu arada Rusya’da komünist devrim oldu ve bu ülke savaştan tamamen çekildi.
Bizim hala bazı ders kitaplarında geçen “Almanya yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık.” lafı buradan gelir ama ne kadar doğrudur? Osmanlı, ağır bir yenilgiye uğramış, sadece malını mülkünü değil genç neslini de kaybetmiş ve Batı Karadeniz ve İç Anadolu hariç toprakları tamamen işgal edilmişti.
Savaş bittiğinde, Britanya ve Fransa, savaşın galibi oldukları halde, eski sömürgeci düzenlerini koruyamadılar. Savaşla birlikte Osmanlı, Rus, Avusturya-Macaristan ve Almanya imparatorlukları son buldu. Dünya değişiyordu. 1917de bir devrimle iktidara gelen komünistler, uzun süren bir iç savaşın ardından eski Rusya coğrafyasının neredeyse tamamında sosyalizmi kurmayı başardılar.
Osmanlı İmparatorluğu’nun içinden, Mısır, Suudi Arabistan, Irak, Ürdün, Suriye ve Lübnan adlı devletler çıktı. Bunların hepsi dış güç etkisi ile kurulmuş yapay devletlerdi, mesela halklar doğu-batı ekseninde yaşarken bu devletler kuzey-güney ekseninde kurulmuşlardı, sınırlar gerçek yaşamlar göz ardı edilerek cetvelle çizilmişti. 1400 yıldan beri Hicaz’ın önce hakimi, sonra vazgeçilmezi olan Haşimi kabilesi Ürdün Krallığı adı altında nedense Siyonistlerin emelleri olan bir bölgede Hicaz haricinde kurulmuştu. Zaten bugün halen süregelen bir Orta Doğu keşmekeşi hedeflenmiş, kurulmuş olan kurtlar sofrası bir sonraki sefer için hazırlanmıştı.
İstanbul ve Anadolu’yu efsane bir Kurtuluş Savaşı ile işgalci güçlerden kurtardık, Misakı Milli sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduk. Ama Selanik, Hatay ve Kerkük’ü bile muhafaza edememiştik.
Almanya’nın eski Prusya topraklarının bir kısmında Polonya kuruldu. Rusya ve Almanya’dan gelen topraklarla ayrıca üç Baltık ülkesi; Litvanya, Estonya ve Letonya oluşturuldu. Son olarak Finlandiya Rusya’dan bağımsızlığını kazandı. Almanya batıda da toprak kaybetti; Zengin kömür ve demir madenlerinin bulunduğu Alsas (Alsace-Lorraine) bölgesi elinden çıktı.
Avusturya-Macaristan’ın içinden bağımsız bir Macaristan, Çekoslovakya ve elbette küçülmüş bir Avusturya doğdu. Balkanlar’da Ortodoks Sırp, Katolik Sloven ve Hırvat ve Müslüman Boşnakları bir araya getiren Yugoslavya adlı bir ülke kuruldu ki bu çok geçmeden patlayacak bir saatli bomba olmuştu.
Avrupa’da sadece harita değişmedi, 1. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle birlikte monarşiler de sona erdi. Almanya’dan başlayarak Kıta Avrupası boyunca yeni kurulan ülkeler dahil her yerde cumhuriyetler kuruldu, parlamenter demokrasiler oluşturulmaya çalışıldı. Ama bunlar bana göre halen günümüz dahil evrim geçiren meşrutiyetlerdir. Keza yeni Türkiye Anayasasında da benzer bir hükümet şekli benimsenmiştir.
Bugün matematik ve onun bir dalı olan olasılık teorisi ile istatistiği bilmeden ne üniversitede iktisat okuyabilirsiniz ne de sosyoloji. Hegel bunu tarihe uygulamaya çalıştı. Ona göre tarihin bir “akış yönü” vardı; toplumsal tarih geriden ileriye doğru gidiyordu. Geri veya ilkelden, ileri veya gelişmişe doğru gidilirken de hep büyük çatışmalar yaşanıyordu. Bu çatışmalara “diyalektik” adını verdi Hegel.
Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından geliştirilen Marksizm de, toplumsal gelişme ve ilerleme konusunda bir çeşit doğa kanunu bulduğu inancındaydı; tarihin kaçınılmaz biçimde komünizme doğru ilerlediğini söyler Marksizm. Komünizm gerçekleşince tarihin ilerlemesi de duracaktır Marx ve Engelse göre. Ve yine Marx ve Engelse göre zaten bu ilerleme de kaçınılmaz bir doğa yasasıdır.
Milliyetçilik 250 yıl kadar önce insanların icat ettiği bir şey. Ama bugün hepimizin neredeyse genetik kodlarına işlenmiş durumda. Böyle bir ortak kimliğimiz olmadan yaşayamıyoruz. 1919 yılında savaş yorgunu İtalya’da Benito Mussolini adlı bir eski gazeteci, “Faşist Manifesto” adı altında bir bildiri yayımladı ve uzun yıllar iktidarda kalacak bir siyasi hareketi başlattı.
Mussolini’nin Faşist Parti’si temelinde milliyetçiliğe dayalıydı ama bundan ibaret değildi. Örneğin demokrasiye, Marksizm ve anarşizme de karşıydılar. Faşistler toplumun sıkılı bir yumruk gibi tek bir liderin ve onun siyasi örgütü olan tek partinin etrafında örgütlenmesini istiyordu.
Faşizmde muhalefetin bir meşruiyeti yoktu. Ülke topyekün savaşa hazırlanacak, ekonomik zorluklara karşı hep birlikte cevap verilecekti. İtalya’da geliştirilen bu teori kısa süre sonra pek çok yerde benimsendi. Almanya’ya faşizmin Alman versiyonu olan Nazizm 1933 yılında demokratik seçimler yoluyla geldi ve kısa zamanda Naziler vaat ettiklerini gerçekleştirip demokrasiyi ortadan kaldırdılar.
Bilimsellik kisvesine bürünmüş bir milliyetçilik ve üstünlük iddiasını sadece İtalya ve Almanya’da değil, faşizmi benimsemiş diğer ülkelerde de görüyoruz. Avrupa’dan üç örnek daha: Franco İspanyası, Salazar Portekizi ve Miloşeviç Sırbistanı.
Hem İtalya’da ve hem de Almanya‘da faşizm 1. Dünya Savaşı’nın neredeyse doğal bir sonucu olarak yükseldi ve iktidara geldi. Her iki ülkenin de faşist partileri, uluslarını savaşa hazırlamayı ve intikamı vaat etti. Ve sonuçta bu iki faşist hareket 2. Dünya Savaşı’nı başlattı. Büyük iktisatçı John Maynard Keynes bunu 1. Dünya Savaşı bittiğinde tahmin etmişti
25 Ekim’de, bugünkü takvimle 7 Kasım’da Petrograd’da yani şimdiki St. Petersburg’da, Bolşevikler silahlı ayaklanma çıkardılar ve devlet binalarını ele geçirdiler. Bugün Sovyet Devrimi diye bilinen büyük yönetim değişikliği başladı. Ülke 1917 Kasım’ından 1922 sonuna kadar devam eden bir iç savaş yaşadıktan sonra Bolşevikler duruma tamamen hakim oldular ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adıyla tüm 20. yüzyıla damgasını vuracak olan devleti kurdular.
Sovyetler Birliği, dünyanın gördüğü ilk komünist devletti. Sovyet Devriminin liderleri Lenin ve Troçki, Marx’ın ütopyasını gerçekleştirmek istiyorlardı. Bütün üretim araçları devletleştirildi, özel mülkiyete son verildi. Kolektivizm gerçekti ve tüm hayata hakim olmuştu.
Zaman içinde devrimin karakteri ve gündelik uygulamaların nasıl yapılacağı konusunda liderler arasında anlaşmazlıklar baş gösterdi. Lenin’in ölümü sonrası o zamana kadar o kadar da ön planda olmayan, teorisyenden çok uygulamacı olarak görülen Stalin iktidarı ele geçirdi ve zaman içinde iktidarını iyice pekiştirdi, Troçki başta olmak üzere rakiplerini öldürttü. Bununla yetinmeyen Stalin bilhassa Kırım Türkleri ve Ahıskalılar’a sürgün ve soykırım uyguladı. Stalin’in faşist nitelikli komünist politikaları neticesinde Rusya’da milyonlar hayatını kaybetti. Gürcü asıllı Stalin aslında bir Rus faşistti.
Sovyet Devrimi, başlangıç yıllarında tarımsal üretimde yapılan hatalar nedeniyle çıkan büyük kıtlık ve Stalin’in kapsamlı “siyasi katliamları” yüzünden on milyonlarca Rus’un hayatına mal oldu. Ve sonunda Marx’ın rüyasını gördüğü, “üretim araçlarına herkesin sahip olduğu, kimsenin kimseyi sömürmediği ve dolayısıyla herkesin özgür olduğu” bir cennetten çok partinin ve onun gizli/açık polis örgütlerinin sıkı kontrolünde yaşayan faşist bir ülkeye dönüştü Sovyetler Birliği. Stalin dönemindeki tarımsal üretim hatalarını Devlet Gibi Görmek kitabından söz ederken yazmıştım (https://muratulker.com/y/devlet-gibi-mi-gormeli-yoksa/).
Ve nihayet değişik anlayışlı dayatmacı, bence faşist rejimler yayılmacılık adına karşı karşıya geldi ve Naziler Sovyetler Birliği’ne saldırdı ve 2. Dünya Savaşı’nın en kanlı cephesi Doğu Cephesi oldu. Stalin savaşın bitiminde müttefiklerinin dönüp kendisini boğmak isteyeceğini biliyordu. Bunun için Stalin savaşın akabinde hemen Avrupa’yı paylaşmak konusunda ısrarcı oldu. Bugünkü Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Almanya’nın doğu yarısı ile Baltık cumhuriyetleri Sovyet kontrolünde kaldı.
Birçok ölüm kaydedilmediği için savaştaki toplam kayıp sayısına ilişkin tahminler değişiklik gösteriyor. En yaygın tahmin, 20 milyon askerî personel ve 40 milyon sivil olmak üzere savaşta yaklaşık 60 milyon insanın öldüğüdür. Ölen sivillerin çoğu soykırımlar, katliamlar, stratejik bombardımanlar, bulaşıcı hastalıklar ve açlık nedeniyle öldü. Sadece Sovyetler Birliği’nde savaş boyunca 8,7 milyon asker ve 19 milyon sivil olmak üzere 27 milyonu aşkın kişi öldü. Sovyetler Birliği’nde yaşayan insanların dörtte biri savaşta yaralandı veya öldü. Almanya 5,3 milyon askerini yitirdi. Bunların çoğu Doğu Cephesi’nde ve Almanya’daki son çatışmalarda öldü. Nazilerin ırkçı politikalarının sonucunda bundan etkilenen doğrudan veya dolaylı olarak tahmini 11 ila 17 milyon sivil öldü. (https://tr.wikipedia.org/wiki/II._D%C3%BCnya_Sava%C5%9F%C4%B1)
2. Dünya Savaşı’ndaki belki tek iyi şey, Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisini savaşın dışında tutabilmesiydi. Savaş sonrasında ise biz gayet pragmatik davranarak galiplerin yanında yer aldık. Türkiye Cumhuriyeti sonraki on yılda kurulan Kuzey Atlantik Paktı’na (NATO) girişi ve Kore Savaşı’nda NATO’nun yanında yer alması ile tarafını seçmişti. Ama Türkiye tamamen Batı’ya entegre olmuş olsa bile asla Batı’nın güvenini tamamen kazanamayacaktı ve üvey evlat olarak görülecekti. Bunun sebebi bizim NATO dokümantasyonunda bile “Serseri Devlet” olarak tanımlanmamız ve milli çıkar gözetmemizin, bir konuda kendi fikrimiz olmasının veya bağımsız hareket etmek istememizin asla hoş görülmeyecek olmasıydı. Bu aslında Almanya için de geçerliydi. Ama biz 17. yüzyılda neredeyse tüm Avrupa’ya hakim olmuştuk ve asla onlardan birisi değildik. Bu tehlike asla tekrar etmemeliydi. Bu konuda daha fazla bilgi için Lozan’ın mufassal eklerine bakmalısınız.
Halbuki Batı, Güney Doğu Asya ülkelerine bu konularda daha yumuşak davranıyordu. Zira Batı ile aralarında koskoca bir okyanus vardı. Ve yeni asrın yükselen gücü Çin’e karşı onların güçlü olması gerekliydi.
Savaş sonrası dünya komünistler ve diğerleri diye ikiye bölündü. Soğuk Savaş adı verilen dönem başladı. Bu dönemin ayırt edici özelliği, sıcak çatışma yaşanmamasına rağmen bir tarafta Sovyet Birliği ve diğer tarafta Amerika Birleşik Devletleri’nin bütün dünyayı birkaç defa yok etmeye yetecek ölçüde nükleer silah üretmiş olmalarıdır. Kimilerine göre bu dönemde sıcak savaş çıkmamasını bu nükleer dengeye borçluyuz, bu görüşe göre taraflar nükleer silah kullanmak zorunda kalmamak için sıcak çatışmadan hep kaçınmıştı. 1945-1990 arasında dünya “iki kutuplu” oldu. Bu dönem boyunca aslında iki rakip ekonomik sistem, insanlığa ilişkin iki rakip dünya görüşü hep birbiriyle yarıştı.
1990da Sovyetler Birliği umulmadık biçimde hızla çökünce ortaya çıktı ki, ülke Marx ve Engels’in ütopyasını gerçekleştirmeye çalışırken insanlar arasında eşitliği ancak sefalet seviyesinde sağlayabilmişti. Devlet vatandaşlarına dünya standardında eğitim ve sağlık hizmeti sunmuş, bilim Sovyetler Birliği döneminde çok gelişmişti ama Batı’nın yarattığı yüksek tüketim gücü ve refaha Sovyet vatandaşları yaklaşamamıştı bile.
Sovyet Devrimi ve sonrasındaki 70 yılın dünya siyasetine etkileri bir yana, galiba esas önemlisi Rusya’dan başlayarak komünist rejimlerin dünyanın çeşitli ülkelerinde iş başına gelmesi, komünist ekonomik düzenin kapitalizme rakip olması ama zaman içinde bu rekabette geride kalması, bir siyasi ve iktisadi düşünce akımı olarak Marksizmin yenilgisi veya geçersizliğinin kanıtı olarak görüldü.
Sovyetler Birliği’nin çökmesi, Çin’in Komünist Partisi’nin iktidarını koruyarak otoriter bir kapitalizme yönelmesi, Vietnam’ın kapitalizmle eklemlenmesi, Küba’nın Sovyetler Birliği’nin desteği olmadan ayakta duramıyor olması ve Kuzey Kore’nin komünist olmaktan çok bir diktatörlük olması “Marx kaybetti, Adam Smith ve diğer kapitalist/liberal düşünürler kazandı.” cümlesinin sık sık kullanılmasına neden oldu.
Keynes’e göre birinci savaş, ülkeler arasındaki ticaret dengesizlikleri nedeniyle çıkmıştı. Britanya, kendi sömürgeleriyle birlikte “sterlin birliği” kurmuştu ve başka milletlerin dünya ticaretinden büyük pay almasına ve kendilerine sömürgeler edinmesine izin vermiyordu. Böyle bir sistem kuramayan, yani yeterince sömürgesi olmayan ama endüstrisi en az Fransa ve Britanya kadar gelişmiş ülkeler ise, başta Almanya dünyaya mal satamıyordu. Birinci savaşın çıkma nedeni Keynes’e göre buydu.
Savaş, Britanya ekonomisine çok ağır hasar vermişti, bu ülke Amerika Birleşik Devletleri’nden aldığı borçla savaşı finanse etmişti. ABD’den borç alan Britanya, Fransa’yı ayakta tutmak için ona borç vermişti. Yani Fransa Britanya’ya, Britanya da ABD’ye borçluydu. Savaş sonunda Britanya ve Fransa bütün bu borçları Almanya’nın ödemesine karar verdi.
Kısa zamanda çıkan 2. Dünya Savaşı aslında ilk dünya savaşının verdiği tahribatın sonucuydu. Monarşilerin yıkılması toplumların düşünce yapısı üzerinde anarşinin hakim olması ve sonrasında üç ayrı yöne savrulmalarına sebep olmuştu: Komünizm – Faşizm – Liberalizm…
Keynes dünya ekonomisindeki tuhaflıkları şöyle açıklıyordu: Batı’da hem ürünlerin fiyatında hem de işçilerin ücretlerinde “yapışkanlık” vardı; özellikle işçiler daha düşük ücrete razı olmak istemiyordu. Öte yandan hükümetlerin savaş finansmanından kaynaklanan borçları vardı ve bu borçları ödemek için ilave vergiler koymaya razı olmuyor, karşılıksız para basıyorlardı. Bu ikili mekanizma da enflasyona yol açıyordu. Avrupa’yı 1930lar boyunca kasıp kavuran hiper enflasyonun nedeni buydu.
Keynes, krizden çıkış için hükümetlerin ekonomiye müdahale edip talebi canlandırması gerektiğini söylüyordu. Nihayet Batı dünyası anlaşmaya vardı ve ülkelerin ödemeler dengesi krizlerine girmemesi için Uluslararası Para Fonu (IMF), savaş sonrası yeniden yapılanma ihtiyacını karşılamak için Dünya Bankası, dünya çapında gümrük vergisi oranlarını uyumlulaştırmak için ise Dünya Ticaret Örgütü kuruldu. Bu yeni küresel ekonomik düzene “Bretton Woods Sistemi” adı verildi. Amerika, savaşı kazanan hâkim güç olması sayesinde doların değerinin altına karşı sabitlenmesi fikrini herkese kabul ettirdi. Diğer ülkeler kendi paralarının değerini dolara göre belirleyecek, dolar ise altına karşı sabitlenecekti. 20. yüzyılın ikinci yarısındaki “Amerikan İmparatorluğu” işte böyle kuruldu. Doların uluslararası ticaretin başlıca para birimi olması sayesinde.
Faşizmin yenilgisi, liberal demokrasilerin zaferi oldu. “Özgürlük ve demokrasi cephesi” fikri, Avrupa’da bir daha savaş çıkmasını önlemek için iyi bir ortak payda oluşturmuştu. Özgürlük ve demokrasinin beşiği olma fikri, belki de savaşı önleyecek, bütün Avrupa’ya ulusal kimliklerin üstünde bir kimlik daha verecekti. 50li yıllarda Avrupa Konseyi kuruldu. Kurucuları arasında Türkiye’nin de olduğu konsey, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve liberal demokrasiyi ulusal sınırların ötesine taşımayı amaçlıyordu. Konsey üyesi ülkelerin hepsi, aynı değerleri benimsemiş, özellikle insan hakları konusunda benzer hukuku uygulayan ülkeler olacaktı. Böylece özgürlük ve demokrasi fikri, uluslar üstü bir kimlik ve hukuk yaratacaktı. Bunu sosyal devletin icadı takip etti.
Kapitalizm, toplumda zaten var olan ekonomik temelli eşitsizlikleri çok daha fazla derinleştiriyordu. Zengin daha zengin oluyor, fakirler ise yoksulluklarını kuşaktan kuşağa miras bırakıyordu. Gelir eşitsizlikleri hızla servet eşitsizliğine dönüşüyordu çünkü zengin aileler yüksek gelirleri ve sermaye birikimleriyle elde ettikleri zenginliği kuşaktan kuşağa artırarak devrederken, yoksulların mirası yine yoksulluk oluyordu; babadan oğula geçiyordu fakirlik.
Tabii kapitalistler aptal insanlar değiller. Marx’ın gördüğü çelişkiyi görüyorlardı ve içlerinden bazıları bu çelişkiyi azaltmanın, törpülemenin yollarını arıyordu. Bunu da sadece anti-Marksist oldukları için değil, toplumdaki bireylere daha insancıl davranılması gerektiğine inandıkları için yapıyorlardı. Kapitalizmin yarattığı eşitsizlikleri azaltmak veya törpülemek için işçi ve işverenin her ay belli bir miktar parayı emeklilik ve sağlık sigortası primi olarak bir yere yatırması anlamına gelen sosyal sigorta kavramı bazı farklılıklarla bugün dünya çapında benimsenmiş durumda. Türkiye gibi ülkeler sosyal sigorta için kamu kurumları yaratıp biriken fonları kamu aracılığıyla işletirken, başka ülkelerde aynı fonksiyonu gören özel sektör kurumları da olabiliyor. Bu fonların selameti ve yeterliliği ise ekonomik sistemin geleceğinin güvencesi oluyor.
Ama “sosyal devlet” tek başına yeterli değil, siyaset alanında bu ilkeleri savunan “sosyal demokrasi” de gerekli. Kapitalizmle komünizmin arasında artık sosyalizm vardı.
Siyasi partiler aynen devletler gibi soyut birer varlıktır, yani insan zihninin bir icadıdır. Çok ciddi bir ihtiyacı karşıladıklarına kuşku yok. Fransız Devrimi’nin ve siyasi manada modernist felsefenin özü: özgürlük, eşitlik, kardeşlik hala Fransız devletinin resmi sloganıdır.
Buradaki “kardeşlik” anlamını milliyetçilikte bulur. Herkes aynı ulusa mensup olduğu için birbiriyle kardeş gibidir. Mesela, İspanya’da Basklar, Fransa’da Brötonlar, Britanya’da İskoç ve İrlandalılar, Türkiye’de Kürtler gibi gruplar eğer buna direnirse zorla “kardeş” yapılacaktır.
Eşitlik, başlangıçta kanun önünde eşitliktir. Yani mahkeme, zengine farklı fakire farklı veya soyluya farklı avama farklı bakmaz; hukuk ne diyorsa o olur, en azından kağıt üzerinde. Ama kısa zamanda eşitlik sadece kanun önünde eşitlik olmaktan çıkar, fırsat eşitliğinden cinsiyetler arasında eşitliğe, etnik köken ve ırk farkı gözetilmeksizin eşitlikten eşit işe eşit ücrete kadar büyük bir çeşitlilik kazanır. İşte Marx öncesinden başlayarak sosyalist partilerin üzerinde siyaset yaptığı ana alanlardan biri de bu slogandaki “eşitlik” kavramıdır.
Benzer şekilde slogandaki “özgürlük” kavramı da üzerinde daha çok sosyalist partilerin siyaset yaptığı bir alan olmuştur. Çünkü bu partiler eşitliği savunurken kapitalizmin sermayedarlarıyla çatışıyorlar, o sermayedarlar için “sakıncalı”, hatta “yıkıcı” bulunan düşünceleri dile getiriyorlar. Bu düşüncelerin dile getirilmesinin serbest olması lazımdır. Yani özgürlükçülük de ister istemez sosyalist siyasetlerin ana siyaset yapma alanı içinde kalıyor.
Sosyalist ve sosyal demokrat partiler kendilerini bir yerde komünizmle akraba görürlerdi. Neredeyse tamamı artık üretim araçlarına işçilerin sahip olması gerektiğini veya özel sermaye şirketlerini devletleştirmek gerektiğini savunmaktan vazgeçmiş olsa da, işçi sınıfının haklarını, daha fazla eşitliği ve daha fazla özgürlüğü savunmaya devam ederler. En azından bu iddialarını sürdürürler. Burada sosyalist ve sosyal demokrat partiler “kapitalizmin imkanlarından yeterince yararlanmayanları” temsil ediyorlar, yani sosyalist ve sosyal demokrat partilerin kapitalizmle temelde bir derdi yok, onlar en fazla daha insani ve eşitlikçi bir kapitalizmden yanalar. Peki öbür tarafı kim temsil ediyor? İsimleri ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, muhafazakar veya Hristiyan demokrat (Amerika’da Cumhuriyetçi Parti) partiler de kapitalizmden halihazırda çıkar sağlayanların temsilcisi.
Dünya üzerinde Sovyetler Birliği diye bir ülke durur ve kapitalist Batı açısından bir “komünizm tehlikesi” mevcutken, kapitalist demokraside siyasi bölünme ekonomik çıkar temelliydi ve bunu “sağ-sol” karşıtlığıyla anlatmak kolaydı.
Ama bugün ortada bir “komünizm tehlikesi” yokken yaşanan siyasi bölünmeye “sağ-sol” bölünmesi demek artık zor. Sol, sosyalist, sosyal demokrat partiler, Batı’da artık orta sınıflara refah yaratamayan kapitalizmin ortaya çıkardığı yeni memnuniyetsiz kitleleri temsil edemiyor. O yüzden daha içe kapanmacı, daha popülist, daha az ideolojik ama daha çok tepkisel siyasi akımlar yükseliyor. Bunlara toptan “aşırı sağ” adını vermek ne kadar doğru, bilmiyorum.
İki dünya savaşını meydana getiren nedenleri ve sonuçlarını yukarıda kısaca özetledim. Şimdi gelelim herkesin kafasındaki soruya: 3. Dünya Savaşı Çıkar Mı? Bu konuda bizler ne kadar ilgiliyiz, eğer bir savaş çıkarsa bizi nasıl etkiler düşünüyor muyuz, elimde bir araştırma yok, görünürde böyle bir gündemimiz de yok. Ama global dünyada iş yapan biri olarak hepimiz için bu konuyu düşünmek, senaryolara kulak vermek, hatta biraz da düşündürtmek görevim dedim. Bu nedenle de çok fazla analiz dinliyor ve rapor okuyorum, anlamaya çalışıyorum. Mesela 2024ün küresel görünümünü ve iş dünyasına yansımalarını anlamak bence çok önemli.
Küresel demişken geçen sene Davos’da küreselliğin sonunu (https://muratulker.com/y/davos-cilginliklara-dolu-bir-dunyada-biz-ne-yapacagiz/) tartışmıştık. Artık değişen dünyada hiçbir şey eskisi gibi olmayacak demek isterdim; ama ne yazık ki her şey süratle eskiye dönüyor. Dünya çıldırmışçasına eskiye özlem duyuyor. Hamasi nutuklar, savaş çığlıkları duyuluyor. Her politik uçta fanatizm ve tahammülsüzlük hakim! Tüm bunlar ise halk için yapılıyormuş, şahsi çıkar uğruna değil. Ama istismar ve yolsuzluklar her yerde başını almış gidiyor. Hatta iktidar hırsı o hale gelmiş ki insan hayatı hiçe sayılıyor, soykırım gaddarlıklarına göz yumuluyor. Sivil halkın üzerine bombalar yağdırılıyor. Top mermileri yetersiz kalınca müttefiklerin küresel ticareti söz konusu oluyor ve hayret, dostlarının başında patlıyor.
Bu yeni dünyada iş hayatına bir göz atacak olursak:
• Artık şirketler, hangi kutupla iş birliği yapacaklarına karar vermek zorunda kalacaklar. Tarafsızlık bir seçenek değil.
• Artan kutuplaşma ile jeopolitik riskler ve belirsizlikler artacak. Avrupa gerilerken kimi bölge ve ülkelerde yeni fırsatlar doğacak. Hindistan, Meksika ve bazı Afrika ülkeleri.
• Tedarik zincirleri ve üretim modelleri değişecek.
• Küresel yönetişim eksikliği artacak. Küresel kurumların etkinliği azalırken, yeni ticari kısıtlama ve düzenlemeler ile küreselleşme etkisi tersine dönecek.
• Başarılı olmak için şirketler, doğru bilgi setlerine sahip olmalı ve zamanın ruhuna göre uyum sağlamayı öğrenmelidir.
Buradan yola çıkarak 2024ün Küresel Trendlerini aşağıdaki gibi sınıflandırabiliriz:
1. Derinleşen Ayrışma: Küresel ticaret ve siyasi sistemler, biri ABD ve müttefikleri tarafından yönetilen, diğeri ise Çin ve Rusya tarafından yönetilen iki kutuplu bir dünya düzenine evrilmekte. Globalizasyonla büyümüş olan endüstri ve ticari ilişkilerin giderek bloklara dahil olduğunu görüyoruz.
2. Sistemik Şoklar: 2024 yılında 40tan fazla ülkede seçimler yapılıyor. Bu dünya GDP’sinin yaklaşık %40ını oluşturuyor ve bu durum jeopolitik riskleri ve belirsizlikleri artıracak.
3. Savaş Durumu: 2. Dünya Savaşı sonrasındaki barış dönemi artık sona mı erdi? Kimsenin yenişemediği savaşlar farklı cephelerde bloklarının desteği ile sürüp gidiyor.
4. Sanayi Dönüşümü: Küresel ticaret sistemindeki değişiklikler ve yeni kısıtlayıcı regülasyonlar, üretim ve tedarik zincirlerini yeniden yapılandırılmasına yol açıyor. Şirketler, politik baskılar sonucunda “near-shoring” veya “on-shoring” gibi yeni üretim modelleri benimsemeye zorlanabilir.
5. Küresel Yönetişim Eksikliği: Uluslararası kurumlar, artan kutuplaşma ve milliyetçilik karşısında etkisini kaybetmektedir. Bu durum, küresel sorunlara ortak çözümler bulmayı zorlaştırmaktadır.
Şirketler bu sorunun cevabını arıyor, faaliyet raporlarında jeopolitik risklere atıflarda ciddi artış var. Belli ki yeni riskleri gidermek için yeni stratejiler gerekecek, tedarik zincirleri yeniden düzenlenecek.
Rusya, Çin, Kuzey Kore ve İran aynı blokta mı yer alacak?
Çin borsası zayıflıyor ve yabancı yatırımcılar çekiliyor mu?
Gayrimenkul sektöründeki batık ve düşen GSMH sonucunda zorlanan Çin, ASEAN bölgesine ve Rusya’ya ihracatını artırıyor. Ben bu büyüklüğe erişen bir ekonominin dalgalanmalar olsa da zora gireceğini öngörmüyorum.
Lider Xi Jinping dünyada üç sahada yeni bir sistem kurmak istiyor:
Çin’in Ekonomik Durumu: Çin’de deflasyonist süreç ve emlak sektöründeki düşüş, büyümeyi olumsuz etkiliyor. Hane halkı tüketiminin azalması ve yatırımların Avrupa’ya yönelmesi, Çin ekonomisini zorlayabilir. Dünya Lityum rezervlerinin neredeyse tamamına sahip Çin, elektrikli araç sektöründe rakipsiz liderliğe koşuyor. Diğer yandan Çin’in en büyük ihracat pazarı konumunda olan Avrupa’nın gerilemesi Çin’i negatif etkileyecek.
Avrupa, Çin’e bağımlılığını azaltmak ve ABD’ye bağımlı olmamak arasında ikilem yaşıyor. Hayale dayalı refah umudu Avrupa’yı krize sürüklüyor. Güvenlikte ABD’ye, enerjide Rusya’ya ve üretim ve hammaddede Çin’e olan bağımlılıkları Avrupa’yı hazırlıksız yakaladı. En çok etkilenen ülke Almanya oldu. Almanya ve Avrupa’daki diğer şirketler resesyondan etkileniyor.
2024 ve sonrası, ABD’nin Çin’den ayrışması hız kazanacak gibi görünüyor. ABD yeniden sanki iki düşmanlı bir dünyaya hazırlanıyor ve Çin Komünist Partisi ile ekonomik mücadeleye odaklanıyor. Çin’i Pasifik’te Güney Doğu Asya’da durdurmak için Tayvan’ı mı kullanıyor?
ABD, 2024ten itibaren ekonomi ve güvenlik stratejisini yeniden mi çiziyor? Vietnam, Meksika, Fas ve Hindistan ile bağlarını güçlendiriyor.
Batı’da Hindistan ve Meksika’nın üretim üssü olarak öne çıkması ve Çin’e alternatif olması bekleniyor.
Dünya ekonomisi ve jeopolitik dengeler hızla değişiyor. Şirketler ve ülkeler bu değişime ayak uydurmak zorundalar.
Türkiye’nin ise AB ve ABD ile ilişkilerini geliştirmeye devam edeceği öngörülüyor. Birleşik Krallık’ın Türkiye’ye karşı yumuşak ve pragmatik bir tutum benimseyeceği düşünülebilir.
Yeni dünya düzeni, kazan-kazan mantığından ziyade, bloklaşma ve rekabete dayalı mı olacak?
2024 seçimlerinin ardından hükümetler, özellikle AB ve ABD artan jeopolitik risklere karşı savunma sanayi yatırımlarını artıracak.
Küresel ticaret rotaları, jeopolitik gerginlikler ve siyasi değişimler nedeniyle yeniden şekillenecek. Ülkeler, yeni pazarlara erişmek ve tedarik zincirlerini güvence altına almak için yeni ticaret rotaları oluşturmak zorunda kalacak.
Rusya’da Putin’in ömür boyu başkan olması, Rusya’nın istikrarlı bir şekilde otoriter bir rejim olarak devam edeceğini gösteriyor. Avrupa’da ise aşırı sağcı partilerin yükselişi, Avrupa Birliği’nin geleceği için bir tehdit oluşturuyor.
Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağcı partilerin çoğunluğu ele geçirmesi, Avrupa Birliği’nin temel politikalarını ve NATO ile ilişkilerini etkileyebilir. Trump seçilirse AB’ye çok sert tavır takınacak ve AB’nin Çin’le olan ticaretini gözden geçirmesini talep edeceği bekleniyor.
Tayvan’da Çin’e karşı olan adayın seçilmesi, bölgede bir gerginlik yaratabilir. Bu durum Türkiye dahil olmak üzere birçok ülkeyi ekonomik açıdan olumsuz etkileyebilir. Yapılan ekonomik simülasyonlara göre Türkiye de bu savaştan çok etkilenecek. Alternatif senaryolarımız nedir? (https://www.niallferguson.com/journalism/if-you-think-world-war-iii-is-unimaginablenbspread-this)
Güney Amerika’daki Jeopolitik Riskler devam ediyor. Venezuela’da Maduro’nun tekrar aday olması ve Guyana’ya savaş açma ihtimali, bölgede yeni bir gerginlik yaratabilir. Güney Amerika’daki bazı ülkelerin taraf seçmekte zorlanması dengeleri değiştirebilir. Henüz tarafını seçmeyen Arjantin ve Şili gibi ülkelerde ciddi hammadde kaynakları olduğu için ABD önemli teşviklerle bu ülkeleri yanına çekmeye çalışıyor.
2024 yılında birbiriyle bağlantılı ve artan bir şekilde varoluşsal bir boyut kazanan bölgesel savaşlar, dünya düzenini tehdit ediyor. Allah korusun, sanki birbirini tetikleyerek daha büyük ve ciddi çatışmalara yol açabilecek!
Savaşın Avrupa sınırlarına yaklaşması, Avrupa Birliği için de varoluşsal bir tehdit oluşturuyor. Bölgede artan göç dalgaları, ekonomik yük ve güvenlik riskleri, Avrupa’nın sosyopolitik dengesini sarsma potansiyeli taşıyor. AB artan askeri harcamalar ve zorunlu askerlik gibi önlemlerle bu savaşa hazırlanmaya çalışıyor. Ukrayna’dan gelecek yeni bir göç dalgası ve güvenlik harcaması çok ciddi bir ekonomik yük getirecek. Avrupa’nın Rusya’ya karşı tavrı ve ABD’nin NATO’daki rolü, gelecekteki güç dengesini belirleyecek.
Putin’in Ukrayna ve diğer ülkelere karşı izlediği politikada Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihte uyguladığına benzer bir yaklaşım görmek mümkün. Bazı ülkeleri işgal ederken, bazılarını ise daha gevşek bir şekilde kontrol altında tutarak ülkesinin etki alanını genişletmeye çalışıyor. Türkiye’ye karşı ise daha yumuşak bir tavır izleyerek, ilişkileri sıcak tutmaya çalışıyor. Ama bu ilişkinin bu şekilde sürmesi sadece iki tarafın kontrolünde değil!
2024te savaşın Baltık’a sıçrama ihtimali de göz ardı edilmemelidir. ABD NATO’yu atlayıp Baltık bölgesinde ikili güvenlik anlaşmaları yapıyor.
ABD, en yüksek askeri teknolojilerini Yunanistan, Birleşik Krallık ve İsrail’e vermeyi mi planlıyor? Bu strateji, “Military Technology Edge” yani Askeri Teknoloji Üstünlüğü konseptine uygun olup, ABD’nin bölgesel müttefiklerinin caydırıcılık ve savunma kapasitelerini geliştirmeyi amaçlıyor. ABD’nin tabii ki aynı anda her bölgeye müdahale edecek gücü yoktur. Bu nedenle önce Orta Doğu’yu temizleyip İsrail’in kendi ayakları üzerinde durabilmesini sağlamaya çalışıyor olabilir mi?
Afrika’da yeni fırsatlar var. Batı Afrika’da Rusya’nın etkisinin artması, bölgenin kuzey ve güney hattında bir ayrışmaya yol açabilir.
ABD dünya petrol ve doğal gaz piyasalarında hakim konumda mı? 2024te petrol fiyatları seçimlere kadar stabil kalabilir, ancak sonrasında artış eğiliminde mi olacak?
İklim zirvesinde alınan kararlar ne ölçüde uygulanabilir? Petrol arzı artmaya devam ediyor.
Dünyada nükleer enerjiye olan talep artarken, Rusya hammadde tedarikinde önemli bir rol oynuyor. ABD mikro nükleer reaktör gibi yeni teknolojilere yatırım yaparak bu alandaki liderlik yarışında öne geçmeye çalışıyor.
Hindistan’ın yükselişi devam ediyor! Hindistan’ın yakın gelecekte üçüncü büyük ekonomi olması bekleniyor. Ancak, batılı ülkelerin Çin’e olan bağımlılığını tekrarlamak istememeleri, Hindistan için engel teşkil edebilir.
Amerika’da Temsilciler Meclisi’nde İsrail, Tayvan ve Ukrayna için 95 milyar dolar yardım onaylandı. https://www.bbc.com/turkce/articles/cqen9275z9no
ABD Z Kuşağını etkileyerek Çin İmajını ve hedeflerini yurt içinde yayan Tiktok’u yasaklamanın son aşamasına geldi. https://gazeteoksijen.com/bilim-ve-teknoloji/bloomberg-8-maddede-yazdi-tiktok-nasil-abd-icin-guvenlik-sorunu-haline-geldi-173689
Velhasıl 2024 yılında tüm bu değişimlere ayak uydurmak ve barışçıl bir çözüm bulmak için küresel bir iş birliği ve diyalog ihtiyacı her zamankinden daha önemlidir. Bu arada iki çok yeni gelişmeden söz ederek, yukardaki bilgi ve sorularımla 3. Dünya savaşı çıkar mı, çıkarsa Türkiye bu savaşta nerede durur, sizin hayal gücünüze bırakıyorum.